31 Ekim 2011 Pazartesi

HALK DANSLARI, “NURLU BİR GELECEK” KURGUSU ve DÜNYA ÇOCUKLARI


Berna Kurt, 31 Ekim 2011


Türkiye’de halk danslarının tarihsel gelişiminde belirleyici unsurun ulus inşa süreçlerinin dinamikleri olduğunu biliyoruz. Dilimize “Türk halk oyunları” olarak yerleşmiş olan geleneksel dansların sahnelenme süreçlerine de doğal olarak resmi ya da sivil milliyetçi perspektifler damgasını vuruyor. Bununla birlikte 2000’li yıllarda bu alanda çeşitli dönüşümlerin yaşandığına da tanık oluyoruz. Bir yandan Anadolu Ateşi’nin başlattığı, Shaman Dans Tiyatrosu’nun eklendiği profesyonelleşme süreci devam ediyor ve halk dansları sahnesinde farklı dans türlerinin bir arada sunulduğu “melez” dans estetiği yaygınlaşıyor. Öte yandan çoğulculuğun söylem düzeyinde yaygınlaşmasıyla birlikte, “Türk” kimliği dışında kalan etnik ve dinsel kimlikler de sahnede –bu kez adı konarak- temsil ediliyor.

80’li yıllardan itibaren sahnede “ulusal kimlik” temsilinin artık tek belirleyen olmaktan çıktığını; kimlik temelli diğer paradigmaların da devreye girdiğini söyleyebiliriz. Kimlik sorununu Türkiye bağlamında tarihselleştiren Suavi Aydın da, 80’li yıllara kadar kimlik tanımlamalarında referansın “ulusal kimlik” olduğunu, bu yıllardan sonra ise kimlik referanslarının “cemaatlere, halklara, dil gruplarına ya da tarihi hatıra ortaklıklarına, hatta cinsel gruplaşmalara, kurgusal ya da somut küçük gruplara kaydığını” vurguluyor.(1) Bu durumu modernleşme projesinin ulus kimliği edinme çabalarından, postmodern toplumun farklı kimliklerin uyumlu beraberliği anlayışına geçişle açıklayan Aydın, kapsayıcı tek kültür ve kimlik anlayışının yerini çok kültürlülük ve çok kimlikliliğe bıraktığını ifade ediyor. Bu tür çoğulcu bir perspektifin (çoğu zaman yalnızca söylem düzeyinde de olsa) kabul edilmesi, halk dansları sahnesine de etkide bulunuyor.

15-30 Haziran 2011’de düzenlenen 9. Uluslararası Türkçe Olimpiyatları’nın kapanış töreninde sergilenen bir gösteri, kimlik temelli bir hareketin “yeni bir dünya” ütopyasının sanatsal temsilini gerçekleştiren ilginç bir örnekti. Olimpiyatların genelinde farklı kültürler ve kimlikler arasında diyalog kurma hedefi vurgulanmıştı; gösteri özelinde ise inanç temelli bir ideal dünya tasavvuru temsil ediliyordu.

Oldukça geniş kapsamlı olan etkinlikler günlerce medyada yer aldı. 130 farklı ülkeden gelen öğrencilerin, cumhurbaşkanlığı başta olmak üzere, resmi ve özel kurum ziyaretleri; açılış ve kapanış törenleri; yarışmalar; İstanbul ve Ankara dışında 24 ilde düzenlenen etkinlikler günlerce televizyon kanallarından yayınlandı. Fethullah Gülen’in açtığı okullarda Türkçe eğitimi alan çocukların; Türkçe konuşma, okuma ve yazma, ses, halk oyunları…vd. müsabakalardaki başarıları, neredeyse bir “Türk gibi” konuşabilmeleri, şarkı söyleyebilmeleri, dans edebilmeleri hayretle karşılandı. Olimpiyatları izleyen birçok ünlü sima Türkçe’nin dünya çapında yaygınlaşmasına yönelik bu çabanın gurur verici olduğunu ifade etti. Yarışmacılar içindeki Ganalı horon ekibinin görüntüleri ise internette tıklanma rekorları kırdı.(2)

“Beşinci Mevsim”:

Bahsi geçen gösteri, olimpiyatların kapanış töreninde “Beşinci Mevsim” adıyla sergilendi. Cemil Özen’in(3) hazırladığı 20 dakikalık gösteri; sırasıyla yazı, sonbaharı, kışı, ilkbaharı ve ütopik beşinci mevsimi işleyen sahnelerden oluşuyordu. İcracılar yarışmacı çocuklar arasından seçilenlerdi.(4) Her sahne, doğa temalı animasyon video’larının Türkçe bir ses kaydı eşliğinde arka fona yansıtılmasıyla başlıyordu. Danslar, danslara hem bedensel hem de kültürel olarak yabancı olan öğrencilerin icrasını kolaylaştırmak üzere oldukça basitleştirilmiş ve stilize edilmişti. Horonlar, halaylar, zeybekler, hasapikolar, Kafkas dansları gibi yöresel dansların kullanıldığı koreografiler ile mücadele, çatışma, savaş…vb. temaları işleyen daha deneysel koreografiler art arda sergileniyordu. Dans malzemesi olarak yöresel ekip danslarını, Mevlevi dönüşlerini, bale adımlarını bir araya getiren gösteri; 2000’li yıllarda yaygınlaşan melez dans estetiğinin bir başka örneğiydi. Gösterinin dramaturjisinin aktarılmasında ya dansların eksik kaldığı düşünülüyordu ya da seyircinin algısının belli bir çerçeveyle sınırlandırılması hedefleniyordu ki; rastlantılara pek yer bırakılmamıştı: kayıt müzikler, solistlerin canlı icra ettiği Türkçe sözlü şarkılar, video’larla ya da bazen tek başına dinletilen ve aslında mesajı doğrudan ileten Türkçe ses kaydı, dansları destekleyen diğer unsurlardı.

İlk sahne, ütopyayı gerçekleştirecek, “beklenen yazı getirecek” öncü kimliği tanımlıyordu: “Ahlâkları yüksek, gelenekleri sağlam, birlikte yaşama düşünceleriyle varlığa saygılı olanlar; bugünde yarını, yarında sonsuzluğu taşıyanlar, doğruluğun taşlarını döşeyeceklerdir yollara”.(5) Sahneler ilerledikçe mevsimler de değişti; sıcak mevsimlerin şen şakrak ortamı soğuk mevsimlerde gerginleşti. Final sahnesine yaklaşılırken “baharın küllerinden doğacak yeni bir bahar” müjdelendi. “Mevlam neylerse güzel eyleyecek”ti; renkleri, ırkları, dinleri ve dilleri farklı olan bu çocuklar “yeni bir dünya kuracaklar”dı. Gösteri, yarışmacıların kendi yerel giysileriyle sahneye gelip hep birlikte seyirciye selam vermesiyle sona erdi.

Olimpiyatların resmi koro şarkısı olan “Yeni Bir Dünya”nın sözleri de aynı mesajı pekiştirir nitelikteydi: “Gördüm nurlu geleceği rüyamda bir gece / Işıklar yağıyordu, her yer sessizce / Hep birlikte yeni bir dünya kuruyoruz / Sevgi dili Türkçe ile buluşuyoruz.”

Gösterinin finalinde kendi renkleri ve kostümleriyle hazır bulunan bu çocukları birleştiren asıl unsur, karşılıklı diyalog ve hoşgörüyü kurması beklenen dil olan Türkçe idi. Yeni bir dünya (ya da “nurlu bir gelecek”) inşa etmelerini sağlayacak diğer unsurlar ise ahlâk, gelenekler, birlikte yaşama inancı ve varlığa saygı olarak tanımlanmıştı. 21. yüzyılın hoşgörü, diyalog, çoğulculuk gibi hakim değerlerini ahlâk, gelenekler ve Tanrı inancı gibi muhafazakâr değerlerle birleştiren bu “yeni dünya” kurgusu içinde, Türkçe’ye ve Türk kültürünün başka unsurlarına kurucu bir önem atfedilmekteydi.

Yorumlar ve Türkçeye Sahip Çıkma Misyonu:


Olimpiyatlar üzerine yapılan yorumların çoğunda Türkçe’nin yaygınlaştırılmasının yarattığı gurur ve mutluluk öne çıkıyordu. Aşağıdaki iki demeçteki “milletin ilahi mesajını yayma”, “Osmanlı’dan bu yana Türk bayrağını dalgalandırma” ve “devletin yapamadığını yapma” ifadelerinin özellikle altını çizmek istiyorum:

Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu (Dışişleri Bakanı):(6) “Buz dağının görünmeyen kısmında çekilen mücadeleler, zor süreçlerden geçilerek kurulan okullar…Onlar aslında bu milletin ilahi mesajını dünyaya yayıyorlar. Karamanoğlu Mehmet Bey'in resmi dil ilan ettiği ve yıllar geçtikçe dünyaya serpişen Türkçemizi her renkten ırktan, dünyanın her köşesinden gelen gençlerin icra ediyor olması Türkçeye sahip çıkmak değil mi?... Türkiye bir küresel bir güç, Türkçe küresel bir dil olacaktır ve Türkçeyi öğrenenler gelecekte avantajlı olacaktır.”

Yargıtay Başsavcısı Hasan Erbil:(7) “Osmanlı’dan bu yana Türk bayrağının dalgalanmasına sebep olanlara teşekkür ederiz. Devletin yapmadığını arkadaşlarımız yaptı. İsmini duymadığımız ülkelerde bayrağımızı dalgalandırdınız, gurur kaynağımız oldunuz.

En çarpıcı yorum ise şarkı finalinde jüri üyeliği yapan Sinan Çetin’den geldi. Gülen’in siyasi çizgisini “güleryüzlü milliyetçilik” olarak gösterme çabasındaki Çetin, ne yazık ki meramını anlatırken Hrant Dink’in katline başvurma ihtiyacını hissetmişti:(8) “Burada olmayan, hangi nedenle olmadığını bilmediğim büyük bir düşünür, din adamı bir insana teşekkür ederim. Ona teşekkür etmemin en önemli tarafı bu ülkeyi, bu insanları, bu dili sevdirdiği için, milliyetçiliği Hrant Dink'in katillerine, Orhan Pamuk'a 'seni öldüreceğiz' diyenlere bu ülkeyi bırakmadığı için. Bu ülkede, bu ülkeyi sevmenin bir suç olmadığını hatta gurur verici olduğunu dünya ile bütünleştirdiği için Fethullah Gülen'e teşekkür ediyorum."

Türkiye’de (eski) solun milliyetçilikle imtihanından sınıfta kaldığını biliyoruz. “Milliyetçiliğin iyisi”nin peşine düşmek oldukça yaygın bir yanılgı; ama aynı derecede yaygın bir de hastalık var: hafıza kaybı! Siren İdemen ve Yücel Göktürk’ün ifadeleriyle “geçmişi Komünizmle Mücadele Dernekleri’ne uzanan, 12 Eylül’ü coşkuyla karşılayan, 28 Şubat’a sesini çıkarmayıp Erbakan’ı eleştiren bir yapıdan” söz ediyoruz.(9) Hatırlatmak isterim, bu ülkeyi “böyle” sevenler, başka türlü sevenlere yaşam hakkı tanımamayı görev edinmişlerdi. Dünyanın dört bir yerinde okullar açmak, Afrikalı, Bosnalı…vd. öğrencilere Türkçe öğretmek, İstiklal Marşı söyletmek yalnızca “sevmek”le, ülkeye hizmetle açıklanabilir mi? Çağdaş bir fütühat anlayışının ibareleri hiç mi yok acaba bu tür bir çabada?

Cemaati “emperyal bir Türkçülüğün ana araçlarından biri” olarak tanımlayan(11), iktisadi örgütlenmesine vurgu yapan Orhan Gazi Ertekin, yapının geçmişin oligarşik merkezini ele geçirdiğini belirtiyor. Kemalist iktidarın siyasi araçlarını ve yöntemlerini kullanan bu yeni yapının halk İslamı dışında bir İslam’ı temsil ettiğini ifade ediyor. Cemaatin Türkiye’deki dindarlık halleri ve tarihi üzerinden anlaşılabilecek bir konuma sahip olmadığını da vurguluyor: “Din içi bir konumlanmadan çok; operatif, işlevsel yapısı yüksek, farklı bir konumlanma olarak görmek lazım.”(12)

Fethullah Gülen’in web sitesindeki yazılardan birinde, M. Enes Ergene tarafından “siyasi ve ideolojik yapılanmadan bağımsız; dinî, sosyal ve kültürel kimliğe sahip bir hareket”(13) olarak tanımlanan Gülen hareketinin en temel ve en kapsamlı iki dinamiği hoşgörü ve diyalog olarak ifade ediliyor. İslam dininin evrensel değer sistemi, ‘karşılıklı diyalog ve hoşgörü’ esasına dayandığı için, Gülen hareketinin sosyal çoğulculuğun küresel ölçekte yaygınlaşması için çaba sarf ettiği vurgulanıyor. Gülen’in küresel ölçekte başlattığı eğitim faaliyetlerinin temel amaçlarından birisi de bu dinler ve medeniyetler arası diyaloğa köprü oluşturmak olarak ifade ediliyor.(14)

Olimpiyatları “Gülen cemaatinin en parıltılı vitrini” olarak tanımlayan Derya Bengi ise, cemaatin eğitim kurumlarının o ülkelerde cemaatçi finans kurumlarının kredileriyle, nice alanda at koşturan cemaatçi işadamları tarafından çekilip çevrildiğini ifade etmiş:(15) “Küreselleşme çağına çabucak intibak eden bu Anadolu sermayedarları “şeriatçılar geliyor” diye nicelerinin uykusunu kaçırsa da; gelen şeriat falan değil, kusursuz bir kapitalist ağ, dindarların vahşi neoliberalizmi. Fethullahçılık, cübbesiyle, çember sakalıyla karikatürize edilen İslamcıların tersine, cami yerine okul açan, din eğitimi yerine dil eğitimiyle dünyayı kuşatan, bilim ve teknoloji budalası inançlı elitler yetiştirmeyi hedefleyen, milliyetçi-muhafazakâr (kendi hoşlandıkları tabirle “muhafazakâr demokrat”) bir hareket.”

Dinsel referanslara sahip olan, ama bir o kadar da milliyetçi, muhafazakâr ve kapitalist nitelikteki bu kimlik hareketi, yine kendi gibi muhafazakâr ütopyasını sahneye yansıtırken halk danslarını da araçsallaştırıyor. “Mesaj”ın kitlelere iletilmesi için beden dili dışında da her türlü araç ve tabii ki maddi imkân kullanılıyor. Sahnedeki çocukların nasıl bir dünya kuracaklarının ayırdında olduklarını pek zannetmiyorum. Ama bedenlerine oldukça yabancı olan figürleri en iyi şekilde icra etmek için ter dökerlerken heyecanları da yüzlerinden okunuyor. Onların heyecanının bendeki yansımasını ise, birçokları gibi sevinç, mutluluk, hele de gurur olarak adlandırmam ise ne yazık ki pek mümkün değil.

NOTLAR:
(1) Suavi Aydın, Kimlik Sorunu, Ulusallık ve Türk Kimliği, (Ankara: Öteki Yayınevi Yayınları, 1999): 11’den aktaran Gürsoy Akça, “Modernden Postmoderne Kültür ve Kimlik”, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Güz 2005, http://www.daplatform.com/images/modern.pdf.
(2) Bkz. http://www.dailymotion.com/video/xjg54r_super-horon-gana-yarky-finali-9-turkce-olimpiyatlary_music.
(3) Türkçe Olimpiyatları genel müzik koordinatörü Ersin Yıldız’ın üniversiteden arkadaşı olduğunu söyleyen Cemil Özen projenin başlangıcını şöyle aktarıyor: “4 yıl önce Rabbim bizi yeniden bir araya getirdi. Ersin hoca o zaman 'Çok güzel işler yapacağız.' dediğinde inanamamıştım…Uzun yıllar Anadolu Ateşi'nde dans ettim, yardımcı koreograflık yaptım, Night of the Sultans'da koreograf ve turne koordinatörlüğü yaptım. Halen ENKA okullarının sahne sanatları koordinatörüyüm. Ama hep mesleğimle alakalı faydalı olacak bir şey bırakmanın arzusuyla dua ederdim… Allah böyle güzel ve manidar bir işte görev yapmayı nasip etti. İnsanların 'Allah razı olsun yapanlardan' demesi bile beni onurlandırıyor. Kariyerim açısından bundan daha üst seviyede organizasyon olmaz diye düşünüyorum.”
(4) Koreograf Cemil Özen sahneleme çalışmasının arka planını şöyle aktarıyor: “Olimpiyat çalışmalarına eylül ayında başlıyoruz. Sanat ekibi olarak konsept belirliyor, sahne şöleni için senaryo yazıyoruz. Önce öğretmenler öğrencileriyle çalışıyor…Olimpiyatların sanal bir havuzu var. Öğretmenler çalışmalarını buraya kaydediyor. Biz izliyoruz. Ta ki ülke seçmelerine kadar. Ülke seçmeleri sonuçlandıktan sonra devreye giriyoruz. Yeteneklerine göre çocukları önceden tasarladığımız projelere dahil ediyoruz. Bu yılki “Beşinci Mevsim” gösterisinde yer alan çocuklar Türkiye'de bir hafta hazırlandılar ama ülkelerinde öğretmenleriyle çalışmışlardı.” (Gülizar Baki, “Dünyada Böyle Bir Sahne Gösterisi Yok”, Zaman Gazetesi, 3 Temmuz 2011, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1153700&title=dunyada-boyle-bir-sahne-gosterisi-yok).
(5) Bu başlık altında, tırnak işaretleri içinde verilen bölümler, gösteride geçen ifadelerdir, Gösterinin video kaydı için bkz. Sahnede “Beşinci Mevsim” http://www.turkceolimpiyatlari.org/index.php?konu=sayfa&id=1156.
(6) http://www.turkceolimpiyatlari.org/index.php?konu=haber&id=1189.
(7) age.
(8) http://www.zaman.com.tr/multimedya.do?tur=video&aktifgaleri=10474.
(9) Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin’le söyleşi, Siren İdemen ve Yücel Göktürk, “Yeşil Gece”, Express, s: 121, Temmuz-Ağustos 2011, (express ilave: sf: 1-16): 8.
(10) Fütuhat yorumu adı geçen söyleşide Siren İdemen veYücel Göktürk tarafından kullanılmıştır; sf. 9.
(11) age, 9.
(12) age, 2.
(13) “M. Fethullah Gülen ve Misyonuna Genel Bir Bakış”, 30 Temmuz 2007, http://tr.fgulen.com/content/view/9129/131/.
(14) Derya Bengi çok merak ettiğimiz “peki bu çocuklar neden Türkçe öğrenmek istiyor?” sorusunun cevabını şöyle veriyor: Bu çocukların aslında Türk okullarına İngilizce öğrenmeye gittiğini, çünkü en iyi İngilizce eğitiminin çoğu ülkede Türk okullarında verildiğini ifade ediyor. Cemaat okullarının birinci dilinin İngilizce, ikinci dilinin o ülkenin resmi dili, “ses bayrağımız” Türkçe’nin ise sondan birinci dil olduğunu belirtiyor. Fen derslerinin tamamının İngilizce, geriye kalan ve pek de iplenmeyen sosyal derslerin ise Türkçe görüldüğünü ekliyor. Yani kısacası, “Türkçe Olimpiyatları için Türkiye’ye gelen çocuklar, özel yetenekli bir azınlıktan ibaret” diyor. (Derya Bengi, “10. Türkçe Olimpiyatları’ndan Bir Önceki Türkçe Olimpiyatları, Yâd Ellerin Yarenleri”, Express, s: 121, Temmuz-Ağustos 2011, sf: 46-49):47)
(15) age, 47.
fotoğraf: (Halk Oyunları bölümünde, 15. fotoğraf) http://www.turkceolimpiyatlari.org/index.php?konu=haber&id=1075

(bu yazı mimesis web sitesinde yayınlanmıştır: http://mimesis-dergi.org/2011/11/halk-danslari-%e2%80%9cnurlu-bir-gelecek%e2%80%9d-kurgusu-ve-dunya-cocuklari/)

21 Ekim 2011 Cuma

Bir Sanatçının Portresi: Koreograf Anna Teresa de Keersmaeker



(Söyleşi) Laura Barnett, Guardian, 17 Ekim 2011, http://www.guardian.co.uk/culture/2011/oct/17/anna-theresa-keersmaeker-choreographer

Türkçesi: Berna Kurt

“Beyoncé benim işimi mi çaldı? O taklitçilerin en kötüsü sayılmaz: iyi bir dansçı ve zevk sahibi bir insan”

Nasıl başladınız?
Birçok küçük kız gibi ben de dansa baleyle başladım; sonra da modern dans ve doğaçlamaya geçtim. 20. yüzyıl dansının en şöhretli yıllarında çok küçüktüm. Çok ilham verici bir hocam vardı; bize çok fazla gösteri seyrettirirdi.

En büyük başarınız hangisiydi?
1980’de, Brüksel’de [koreograf] Maurice Béjart’ın okulu olan Mudra’ya kabul edilmek. Burası o dönemde çok ayrıcalıklı bir yerdi: dünyanın dört bir köşesinden gençleri buluşturan sanatsal bir projeydi. Daha sonra eğitimimi New York’ta sürdürdüm; 1982’de geri döndüğümde, Steve Reich’ın müziğine Fase adlı çalışmamı yaptım. Bu çalışma, koreografi yaşamımın başlangıcıydı.

Geçen hafta Beyoncé’yi intihalle suçladnız; yeni single’ı Countdown’un klibinde sizin işinizi izinsiz kullandığını söyleyerek fırtınalar estirdiniz. Hâlâ bu suçlamanın arkasında duruyor musunuz?

Beyoncé taklitçilerin en kötüsü sayılmaz: iyi bir dansçı, oldukça iyi bir şarkıcı ve zevk sahibi bir insan. Ancak fikri mülkiyeti kendinize mal edemezsiniz. Gelecekte birlikte çalışabilir miyiz? Beyoncé’yle hiç karşılaşmadım bile, dolayısıyla bir şey diyemem. Hiçbir zaman MTV’de bir kariyer elde etmeyi hedeflemedim; bu kesin.

Sanatınız için neleri feda ettiniz?
Bir şey feda etmiş gibi hissetmiyorum: yaşamak istediğim hayatı yaşadım. Ama bir kadın olarak; koreograflık, dansçılık ve okul yöneticiliğinden oluşan bir kariyerle birlikte çocuk da büyütmek oldukça zor.

En çok hangi sanatçıları beğeniyorsunuz?
William Shakespeare ve Johann Sebastian Bach. Onlar insani deneyimleri temel alıp, sahip olduğumuz beşeriyetin ötesine geçen şeyler üzerine konuşabiliyorlar; bu eşsiz bir yetenek.

Dans alanında üretim yapanlar daha geniş bir seyirci kitlesine ulaşmak için çalışmalı mı sizce?
Her zaman çalışma ve sergileme sürecine seyirciyi de dahil etmelisiniz ama bu uzlaşmak ve ödün vermek demek değil. Günümüzün en ilginç danslarının çoğu, az sayıda seyirciye yönelik olarak tasarlanıyor. Büyük çaplı bir güzellik yaratmak oldukça zorlu bir iş. Sayılarla ve geçici deneyimlerle ilgilenen ana akım eğlence endüstrisinin stratejilerinin karşısında bir şey bu.

En çok hangi sanat eserine sahip olmak isterdiniz?
Bir Brancusi heykeline. Onun işlerinin inceliği ve zerafeti hoşuma gidiyor. Oldukça asil buluyorum.

Sizce hangi şarkı hayatınızı anlatan bir filmin müziği olabilirdi?

Rüzgârın sesi. Aynı zamanda hem yumuşak huylu hem de gergin olabilir. Ve de acımasız.
..........
Kısaca:
Doğum yeri: Mechelen, Belçika; 1960.
Kariyeri: İşleri: Fase (1982), Rosas danst Rosas (1983) ve Rain (2001). Koreograf Jérôme Bel’le ortak çalışması olan yeni işi 3Abschied, 21 ve 22 Kasım’da Londra’da Sadler’s Wells Tiyatrosu’nda sergilenecek.
Yaşadığı en ilginç ve keyifli deneyim: “Geçen yaz Avignon festivalinde, Cesena adlı işimde, saat 17.00’de, 2.000 kişi kumda kayan bir ayağın sesini dinledi.”
..........
Fotoğraf: Tristram Kenton (Önde De Keersmaeker, Sadler’s Wells Tiyatrosu sahnesinde)
(bu çeviri mimesis web sitesinde yayınlanmıştır: http://mimesis-dergi.org/2011/10/bir-sanatcinin-portresi-koreograf-anna-teresa-de-keersmaeker/)

28 Nisan 2011 Perşembe

Türkiye’nin Yakın Folklor Tarihinden Bir Anekdot


Berna Kurt, 7 Mart 2011


İletişim Yayınları yakınlarda bir İsmail Beşikçi kitabı çıkarmış. Sırrı Süreyya Önder’in yazısı(1) sayesinde öğrendim. Tanıl Bora’nın editörlüğünde, Barış Ünlü ve Ozan Değer’in derlemeleriyle oluşturulan kitabın ilk cümleleri şöyleymiş:

“İsmail Beşikçi, Türkiye’nin ve dünyanın 20. yüzyılda yetiştirdiği en önemli entelektüellerden biri. Buradaki entelektüel kavramı bilgi üreten ve yayan insandan ziyade, kendi devletine ve egemenlere karşı hakikati söyleyen, tabuları yıkan, yasak konulara değinen, yalanları deşifre eden, horlanan ve dışlananların yanında, onların sesi olan, gösterdiği bu cesaret ve ahlâk nedeniyle de çeşitli bedelleri ödemeyi göze alan kişiyi anlatıyor.”

Sırrı Süreyya Önder, 1939’da Çorum’da Türk bir ailenin çocuğu olarak doğan Beşikçi’nin 1960’larda Kürt’ün ve Kürtçe’nin var olduğunu ve sadece var oldukları için zulüm gördüklerini söylediğini yazmış. Beşikçi’nin 70’lerde de Türk resmi ideolojisinin yalanlarını ve suskunluklarını dile getirdiğini belirtmiş. Şermin Korkusuz da aynı kitapla ilgili bir başka yazıda(2), Beşikçi’nin üniversite öğrencisiyken başlayan düşünsel yolunu belirleyen temel faktörün Doğu’yla tanışması, başlı başına bir dil olarak Kürtçe’nin ve Kürtler’in varlığını keşfetmesi olduğunu vurgulamış. Resmi ideolojinin anlatısıyla Doğu’da yaşayıp gördükleri arasındaki farklılığın zihninde yeşerttiği şüpheler, onu Kemalizm ve Kürt meselesi üzerine daha fazla düşünmeye itmiş. Dönemin egemen sosyal bilim yaklaşımında ya Kürtler’in var olmadığını ya da var sayılsalar bile bir kalkınma sorununun nesnesi olduklarını belirten Korkusuz, Beşikçi’nin kuşkusunun muhatabının, hem resmî söylem hem de bu sosyal bilim anlayışı olduğunu belirtmiş.

İsmail Beşikçi’nin bu tür karşılaşmaları yaşadığı ve muhtemelen tavrını oluşturmaya başladığı dönemde, 1965-1971 yılları arasında Erzurum Atatürk Üniversitesi’nde sosyoloji asistanı olarak çalışırken yazdığı bir mektuba rastladım geçenlerde. Yaptığım araştırma için çok önemli olan ve beni de şaşırtan bir yazıydı bu. Beşikçi, 9 Aralık 1969’da Robert Kolej Türk Folklor Kulübü’nün yayınladığı Folklora Doğru dergisinin yazı işleri müdürlüğüne bir mektup göndermişti. O dönemde tez çalışması yapıyordu ve dergiye Alikan Aşireti’yle ilgili yazıyı göndermek üzere olduğunu da not düşmüştü. Dergide Ocak 1970 tarihinde yayınlanan bu mektupta, Türk aydınının cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiye’yi Türk olarak görmeye alışık olduğunu ifade etmiş ve şöyle sormuştu: “…Halbuki Anadolu’da geniş bir Kürt etnik grubunun olduğu şüphesizdir ve Folklora Doğru’nun, Kürtler’in folkloruyla ilgili yayınları da olacaktır. Bu bakımdan Türk yerine Türkiye (örneğin Türkiye Folklor Kulübü) denilmesi daha doğru değil midir?…” Ulusların ve halkların eşitliği ve kardeşliğinin hiçbir itirazı gerektirmeyecek kadar temel bir doğru olduğunu vurgulayan Beşikçi, bu doğruyu folklor gibi halka daha yakın bir konuda çalışan gençlerin daha kolay anlayacağını belirtmişti ve konunun yönetim kurulunda tartışılmasını rica etmişti.

Derginin daha sonraki sayıları okunduğunda, mektubun kulüp içinde belli bir tartışmayı kışkırttığı anlaşılıyor. Örneğin bir sonraki sayıda yazı işleri müdürlüğünün mektuba yönelik cevabı yayınlanmış. Cevap yazısında öncelikle siyasi ve ideolojik yönüyle istismara yatkın bir meseleyle karşı karşıya olunduğu ifade edilmiş. Tutucu bir görüş de olsa, Türkiye’nin bir Türk vatanı olarak kabul edilmesi gerektiği ifade edilmiş. Bununla birlikte, büyük çoğunluğu Türk olan bir toplumun içerisindeki ufak etnik grupların da bir kenara bırakılmasının doğru bir tutum olmadığı da vurgulanmış. Folklor dünyasının gündemindeki “Türkiye Folkloru” tartışmasının kulüp içinde henüz kendilerini tatmin edecek bir seviyeye ulaşmadığını belirten öğrenciler, yine de isim değişikliği yönünde adımlar atıldığını yazmışlar. Örneğin yeni kurulan araştırma merkezine “Türkiye Folkloru Araştırma Merkezi” ismi verilmiş. Daha sonraki bir sayıda yayınlanan “Robert Kolej Türk Folklor Kulübü Yönetim Kurulu’ndan Okurlara” başlıklı cevap yazısında ise tartışmaları şöyle özetlenmiş: “…Robert Kolej Türk Folklor Kulübü esasında “Türkiye Folkloru” üzerinde çalışmalar yapmakta fakat bunu senelerin alışkanlığı sonucu “Türk Folkloru” şeklinde belirtmektedir. Faaliyetlerimizin yeniden gözden geçirilmesi sonucu vardığımız sonuç odur ki Türkiye’de yaşayan çeşitli etnik grupların kültür, sosyal yapı ve yaşayışlarındaki değişik özellikleri “Türk folkloru” adı altında toplamak ve incelemek objektif gerçekleri inkâr eden ve bilimsel olmaktan uzak kalan bir anlayıştır…. Çalışmalarımızın bundan sonra pratikte de “Türkiye folkloru” şeklinde düzeltilerek bir bütünlük kazanacağına inancımızı belirtiriz…”. Ancak yazı şöyle ilginç ve biraz da beklenmedik bir ifadeyle sonlanmış: “…Bu görüşümüze uygun olarak kulübümüz isminde yer alan “Türk” kelimesinin “Türkiye” şeklinde değiştirilmesi, değişikliğin dilbilgisi kurallarına uymayacağı ve dolayısıyla bir anlam taşımayacağı gözününde tutularak gereksiz görülmüştür."

Bahsi geçen isim değişikliği ancak 1974 tarihinde gerçekleşebilecektir. 1971’de kolejin Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşmesiyle birlikte Boğaziçi Üniversitesi Türk Folklor Kulübü adını alan kulüp, 1 Haziran 1974 tarihindeki genel kurul kararıyla bugünkü ismine kavuşur: Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü. İsim değişikliği önerisinde bulunan yönetim kurulu üyeleri arasında Levent Soysal, Levent Alpay, Şemsa Özar, Şahap Metre Uygur, Cemal Küçüksezer, Tanay Sıtkı Uyar, ve Yalçın Eker gibi isimler bulunmaktadır.

Türkiye’nin yakın tarihi, kültürel ve siyasal iklim değişiklikleri göz önüne alındığında oldukça erken bir tarihte başladığı söylenebilecek olan bu tartışma, folklor kulübünü belli bir tavır oluşturmaya yöneltmiş gibi görünmektedir. Folklor ile milliyetçilik arasındaki tarihsel ilişkiyi sorgulayan pratikler geliştiren bu üniversite kulübü 90’lı yıllara gelindiğinde “Türkiye folkloru” anlayışını kültürel çoğulcu bir paradigmaya evriltecek ve sanatsal çizgisini de bu şekilde yeniden kurgulayacaktır.

Benim de öğrencilik yıllarımda bir parçası olduğum Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü bu çizgiyi günümüzde de devam ettiriyor. Tarihsel olarak İsmail Beşikçi gibi muhalif aydınlarla temas kurmuş bir yayıncılık pratiğinden, araştıran, sorgulayan, tartışan bir kulüp geleneğinden beslenmesi sanatsal çalışmaları için de sağlam bir zemin oluşturuyor. Türkiye’de folklor alanında geliştirdiği alternatif pozisyonunu koruması, belki de çığır açıcı yeni tartışmalara vesile olması dileğiyle…

Notlar:
(1) Sırrı Süreyya Önder, Birimize Bakan Hepimizi Görür, Radikal, 20 Şubat 2011. http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&Date=20.02.2011&ArticleID=1040567
(2) Şermin Korkusuz, Düşünce Dünyası ve Bir ‘Vaka’, Radikal, 4 Mart 2011. http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1041802&Date=04.03.2011&CategoryID=40