16 Aralık 2012 Pazar

SUFİZM, DANS ve ZİYA AZAZİ



 Berna Kurt, 16 Aralık 2012

Ziya Azazi, gösterilerini izlemek, atölyelerine katılmak istediğim bir dansçı. Fırsatım olamadı; uzaktan takip ettim, internetten, video’lardan, yazılardan… Yıllar önce Taksim’de, ÇATI’nın düzenlediği bir etkinlikte Zeynep Günsür Yeşil Üzümler yıllarını, o dönemin video’ları eşliğinde paylaştığında kazınmıştı zihnime. O zamanlar babaannesinin Arapça hikâyesini sahneye taşıyan bir dansçıydı… Sonraları da inanç esaslı bir dans geleneğini temel alarak çağdaş koreografi yapan bir dansçı… Yolu bir dönem Mustafa Kaplan, Zeynep Günsür, Emre Koyuncuoğlu gibi sanatçılarla kesişen, sonra kendi yolunu bulan bir koreograf…

Yıllar geçti, tam da uygun bir zamanıma denk geldi bu seferki Türkiye seyahati; hem de iyice yakınlarıma geldi. Gösterisini yine izleyemeyecektim ama sunumu kaçırmak olmazdı. Azazi, 17 Aralık’taki gösterisinin birkaç gün öncesinde, İstanbul Kültür Üniversitesi’nde deneyimlerini, çalışmalarını, yaklaşımını paylaştı bizlerle. 12.12.2012’ye (!) rastladığı için bir sürü etkinlikle çakışmış; hedeflendiği gibi atölye yerine bir sunuma dönüşmüştü bu etkinlik. Beklenenden uzun sürdü: iki yerine, üç saat. Ve bu süre içerisinde, sanatçının sufizm yaklaşımına ve sanatsal çalışmalarına aşina olduk; kendisine sorular sorduk, tartışma yürüttük.
 
Sanatçının, Sufizm anlayışını tarihsel, toplumsal ve coğrafi bağlamlara oturtması; kültürlerin, kimliklerin ve inanç biçimlerinin…vd. ortaklığını vurgulayan çoğulcu bir perspektif sunması; kişisel deneyimleri de bu tür bir çerçeve içerisinden değerlendirmesi dikkatimi çekti. Maddenin evrendeki süreksizliğini vurgulayan Azazi, “tanımlanmış “izm”lere ait olmadığını, “zihin açıklığı”na önem verdiğini ifade etti. ‘O’na gitmenin, bilmenin ve olmanın önemini vurgularken, ‘O’nun tanımının da kişiden kişiye değişeceğini belirtti. Korkudan yasaklar koymanın, sahiplenme ya da kendine mal etmenin yarattığı sorunlardan bahsetti. İslami coğrafyanın ve Türklerin sahiplendiği Mevlana’nın bu sınırların çok ötesine çıktığını vurguladı. Müslümanlık, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hinduizm, Budizm, Şamanizm ve Zerdüştlük’ün ortak noktalarından bahsetti.


Bu sunum ile gösteri, şeb’i arus törenleriyle eş zamanlı olarak gerçekleştirildiği ve ilanlarda “sufizm” teması öne çıkarıldığı için, sanatçının oldukça materyalist sayılabilecek açıklamalarına şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Farklı kültürlerin, inançların, milletlerin buluştuğu Antakya’nın bir kasabasında doğan ve yaz tatillerini doğayla iç içe bir köyde geçiren sanatçı, 90’lı yılların başında İstanbul’a, İTÜ Maden Fakültesi’nde okumaya gelmiş. Köyde ağaçlara tırmanarak, çıplak ayaklarıyla tarlalarda dolaşarak başladığı fiziksel eğitim, üniversitede tesadüfen katıldığı seçmeli jimnastik dersleri ve dans çalışmalarıyla devam etmiş. Daha sonra Viyana’da şekillenen deneyimleri, kendisini Batı’dan aldığı dans formasyonun ötesinde, kendi dilini ve kendi dansını şekillendirmeye götürmüş.(1) Başlangıçta, vize ve pasaport sorunları yaşayan, Avusturya’ya hiç de kolay kabul edilmeyen dansçı, bir süre sonra bu ülkeyi uluslararası platformlarda temsil eder hale gelmiş. Aynı şekilde, “dönen adam” ya da “derviş” olarak ünlendikçe, bazı mütedeyyin kesimlerin tepkilerine maruz kalmış ama bugün şeb’i arus törenlerine dahil edilir hale gelmiş. Sunum sonrasındaki tartışma bölümünde, kendisine Mevlevi ve/ya Sufi geleneğinin taşıyıcılarının tepkilerini sordum. Benim “otantikçi” ya da “muhafazakâr” olarak tarif ettiğim kesimlerin ciddi tepkileriyle karşılaştığını ama zamanla çalışmalarını takdir eden Mevlevi dedelerinin de ortaya çıktığını ve kabul gördüğünü aktardı.

Kendisine, çağdaş dans festivali ImPulsTanz’ın düzenlendiği Viyana’da yaşayan bir koreograf olarak, günümüz çağdaş dans ortamına, hakim eğilimlere yönelik düşüncelerini de sordum. Alışılageldik sunum biçimlerini, dans ve hareket tanımlarını sorgulayan işlerin “dans” ve “bedensellik”i dışlayan sonuçlara vardığını ifade eden Azazi, bu tür işleri sergileyen festivallerin “dans festivali” olarak sunulmaması gerektiğini ifade etti. Sahne üzerindeki etkinliklerin en azından yarısının bedenle ilişkili olması gerektiğini belirten sanatçı, kendi işlerinin fazlasıyla bedenselliğe dayalı olduğunu vurguladı. Sunum sırasında gösterilerinden bölümler de izlettiren Azazi, fiziksellik ve virtüozite düzeyi hayli yüksek işlerinde; tekrar, farkındalık, ateş, görsel efektler, fiziksel enerji gibi unsurları nasıl yorumladığını da aktardı.

Azazi bir süre daha İstanbul’da. 17 Aralık Pazartesi günü, saat 20.00’de, İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Burhan Öcal’la birlikte sahneye çıkacak. Daha sonra da, 21-23 Aralık tarihleri arasında Dancentrum’da Deneysel Dönüş Atölyesi düzenleyecek. Ayrıntılı bilgi için bkz: http://www.dancentrum.com/?p=37&hid=2011.

NOT:
(1) Sanatçının hayatına dair daha ayrıntılı bilgi için: http://www.dancentrum.com/?p=37&hid=2011.

6 Kasım 2012 Salı

AKADEMİK DÜNYA, DANS, EĞİTİM…VS.YE DAİR BİR BEYİN FIRTINASI


Berna Kurt, 5 Kasım 2012

20 Ekim’de 6. iDANS Uluslararası Çağdaş Dans ve Performans Festivali kapsamındaki “Eğitmenleri Eğitmek”(1) atölyesine katıldım. Atölye kapsamında, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Bomonti kampüsünde düzenlenen Çağdaş Dans Eğitiminde Alternatif Pedagojiler ve Modeller” başlıklı tartışma toplantısı, bu üniversitenin dans bölümü hocaları ve Türkiyeli diğer eğitmenler ile yurtdışındaki alternatif çağdaş dans ve performans eğitimi kurumlarından temsilcilerin katılımıyla gerçekleşti. Yaklaşık üç saat süren toplantıda, önce yurtdışından gelen eğitmenler kendi deneyimlerini paylaştılar. Daha sonra, müfredat programı katılımcılara önceden gönderilmiş olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Çağdaş Dans Programı’nın (MSGSÜÇDP) kuruluşundan bugüne kadar geçirdiği dönüşüm, yaşadıkları sorunlar…vd. aktarıldı. Son bölümde de, farklı kurumlardan gelen birkaç eğitmen daha söz aldı ve Türkiye’deki dans eğitimine ve sahne sanatları ortamına yönelik görüşlerini paylaştı. 

Atölye süresi, isteyen tüm katılımcıların söz alması, dans eğitimine yönelik düşünce ve deneyimlerin paylaşılması ve MSGSÜÇDP’na yönelik önerilerin geliştirilmesi için yeterli olmadı. Yurtdışından gelen eğitmenler, Türkiye bağlamına yönelik yeterince bilgi sahibi değildiler. Tartışma sırasında ortaya çıkabilen iktidar sorunlarına yönelik duyarlı bir yaklaşım gösteren ve Türkiyeli eğitmenlerin daha fazla söz almasını talep eden yabancı katılımcılar da bulunmaktaydı. Ancak bu kadar kısa süreli bir buluşmada, yurtdışından gelen katılımcıların hem YÖK sistemi…vb. tarihsel sorunlar ile yerel sanat ve eğitim ortamından haberdar olması hem de tüm katılımcıların ileriye dönük önerilerde bulunması zaten mümkün değildi. Tartışmanın kurgulanış biçimi de, ister istemez alternatif Batılı eğitim kurumlarının deneyiminden hareketle, MSGSÜÇDP’na önerilerde bulunma hedefini merkeze alıyordu. Sırasıyla Avrupa’daki modellere, MSGSÜÇDP ve bu programın müfredatına yönelik önerilere ve eğitmenlik alanına yönelik daha genel bir tartışmaya ayrılan bölümler şeklinde kurgulanan atölye akışı sırasında, en azından iki güne yayılan bir programın gerekli olduğu hissiyatına kapıldım. Daha katılımcı bir tartışmaya zemin sunabilecek olan son bölüme zaman kalmamasının önemli bir eksiklik olduğunu hissettim. Ayrıca, Türkiye’de farklı kurumlarda eğitim veren kişilerin bir araya gelmesinin ciddi bir ihtiyaç olduğunu, bu tür bir tartışmanın belki böyle bir buluşma sonrası yürütülmesinin daha verimli olabileceğini düşündüm. Umarım atölye sonrasında diğer katılımcılar kişisel sohbetlerle daha fazla konuşma ve tartışma fırsatına sahip olmuşlardır.

Katılımcıların çoğu, tamamen bağımsız bir oluşuma gitmek yerine var olan -üniversiter/akademik ortam, Bologna sistemi, YÖK…vb- yapılar içinde var olmak tercih edilmişse, bu yapıların kurallarıyla “oynayarak” özgürlük alanları yaratılabileceğine işaret ettiler. Ancak Türkiye söz konusu olduğunda bunun nasıl yapılabileceğini konuşmak için çok daha fazla veriye sahip olmak gerekiyordu ve katılımcıların birçoğu diğerlerinin deneyimlerinden tam da o anda haberdar oluyordu. Bununla birlikte buluşma, bu tür sorunların telaffuz edilmesine imkân sağlamış oldu ve belki de benim gibi başka katılımcıların da, yerel bir buluşmanın öneminin farkına varmasını sağladı. 

***

Ben de bu yazı vesilesiyle, atölyeye dair düşüncelerimi toparlamaya çalışırken, fazlasıyla kişisel deneyimlerimden yola çıkarak, çok geniş bir alandaki sorunlar yumağının sadece küçük bir bölümüne işaret etmek istedim. Çözüm önerileri geliştirmenin anca ilk adımını oluşturabilecek bu mütevazı çabanın, sahne sanatları eğitimi alanında farklı deneyimlere sahip kişilerle bir araya gelerek zenginleşeceğini ve somut adımlara dönüşeceğini düşündüm. 

Bu deneyimlerin belirleyici unsurları tabii ki kimliğimin 1) akademik 2) hareket eden parçaları: yani Türkiye’de sosyal bilimlerin çeşitli alanlarında eğitim almış, geleneksel danslar merkezli icra ve araştırma çalışmaları yürütmüş olmak; üniversitelerde hem dans hem de sosyal bilimler alanında uygulamalı ve kuramsal dersler vermek. Kısacası hiçbir zaman klasik bir Batılı “dans” eğitimi almadım; konservatuarlarda yetişmedim. Temelde, “dans”ı, hem hareket geleneklerini hem de çağdaş yaklaşımları içerecek şekilde, performans ve kültür çalışmalarının yanı sıra feminist çalışmalardan, siyaset ve tarih disiplinlerinden…vs. de beslenerek, toplumsal bir bağlamda ele alan çalışmalar yürütüyorum. Kişisel deneyimlerimin özellikle YÖK’le ya da merkezi eğitim sistemiyle bağlantılı olanlarının, atölye sırasında bazı yerli katılımcılar tarafından da farklı şekillerde telaffuz edildiğini söyleyebilirim. İşte ilk aklıma gelen sorunlar:

- En başta, YÖK ucubesiyle bağlantılı olarak; kadro açma, değerlendirme ve yerleştirme aşamalarında üniversite bölümlerinin inisiyatifinin neredeyse sıfıra indirilmesi. Bu, yıllarca kendinden maddi-manevi çok şey vererek, kadro beklentisi içinde, sadece manevi tatmin ve deneyim kazanarak ders veren genç akademisyen adayları için, meslek edinme ve akademik hayatta, hatta hayatta (!) kalabilme zorluğu anlamına geliyor(2);

- Yine her türlü akademik, idari…vd. değerlendirmenin merkeziyetçi bir anlayışla yürütüldüğü bu ülkede, “sanat” bölümleri akademinin diğer alanları içindeki ikincil bir konuma sahip. Yeni kurulan güzel sanatlar ya da sanat ve tasarım fakültelerinde ise “sahne sanatları” bölümleri açmak, -muhtemelen “piyasa”sı görece daha dar olduğu için- görsel tasarım ya da moda tasarımı gibi bölümleri açmak kadar tercih edilmiyor; 

- Sahne sanatlarına yönelik lisansüstü eğitim kurumların hem sayıca hem de kadro ve içerik açısından oldukça sınırlı durumda;

- Akademik dünyada dillere pelesenk olan “disiplinler arası” çalışma anlayışı aslında ne zihinlerde ne de pratikte içselleştirilememiş durumda. Örneğin akademik çalışmalar değerlendirilirken, içerikten çok, mezun olunan lisans ve lisansüstü eğitim programlarının sürekliliğine önem veriliyor(3);

- Bazı konservatuarlarda ya da güzel sanatlar fakültelerinde son derece kemikleşmiş bir çalışma anlayışı hüküm sürüyor. Örneğin “hareket”le bağlantılı dersler, “klasik bale” çalışmalarına indirgenebiliyor(4);

- Dans alanını –bale, çağdaş dans, halk oyunları, sosyal danslar…vs.- kompartmanlara bölen ve bu suni kompartmanlar arasındaki alışverişlere kapalı olan zihniyetler ne yazık ki hâlâ varlığını sürdürüyor(5). 

Bu sıraladığım maddeler, tabii ki benim için çoğu zaman (can) yakıcı olmuş olanlar. Ama genel tablo bu kadar da karanlık değil. İstanbul’da gittikçe daha da çeşitlenen bir sahne sanatları ortamı var; etkinlikleri takip etmek bile gün geçtikçe zorlaşıyor. Zihni de, bedeni de açık (6) birçok kişi çeşitli alanlarda inisiyatif alıyor ve belli bir dönüşüme katkıda bulunmak için çaba göstermeye niyetleniyor. Ve bu kişilere çok iş düşüyor…

(Bu makale mimesis portal’de de yayınlanmıştır: http://mimesis-dergi.org/2012/11/akademik-dunya-dans-egitim%E2%80%A6-vs-ye-dair-bir-beyin-firtinasi/)


NOTLAR

(2) Son yıllarda hayatta kalmayı zorlaştıran etkenlerden biri de, akademik değerlendirmelerde hakkaniyeti sıfırlayan “politik” kadrolaşma çabaları. Yanı başımda gözlemlediğim ve kişisel olarak da tecrübe ettiğim haksızlıklar, beni de zaman zaman “beyin göçü”nün bir parçası olmaya zorlamadı değil.
Ayrıca birçok akademisyen gibi ben de, son dönemde gündeme gelen yeni YÖK yasa taslağının, bu haliyle var olan sistemi daha da kötüleştireceğini düşünüyorum. Kişisel olarak, hükümetin var olan “ucube”yi yok edecek bir “vizyon” sunmasını beklemiyordum. “Ustalık” döneminin arızalarıyla bağlantılı olarak “kendi YÖK’ümü kendim yaratırım” anlayışının hakim olduğu bu taslak metinde, Batılı ülkeleri model alma söylemiyle meşrulaştırılan ve aslında özlük haklarını ve akademik özgürlükleri iyice tırpanlayan bir “piyasalaştırma” mantığının öne çıktığını anlamak hiç de zor değil…
(3) Bu benim için çoğu zaman “aaaa, siyaset bilimi, sanat yönetimi ve tarih; ne alâka?” diyen büyük akademisyenlere cevap verme sıkıntısı anlamına geldi: Türkiye’deki akademik sistemle mi başlasam; yoksa –“ukalalık yapmadan”- çalışmalarımın sadece başlıklarına bile bir göz atsa belli bir tutarlılık ve süreklilik gözlemlemeyebileceğini, bu durumu bir zenginlik olarak da yorumlayabileceğini mi ima etsem? Ay bilmem ki, ne yapsam?
(4) Bale ve modern ve/ya çağdaş dans bölümlerinde de okumadım; o zaman örneğin oyuncu adaylarına hareket eğitimi veremez miyim, dans kuramı ve tarihiyle ilgili bildiklerimi aktaramaz mıyım? “Bilgi” neredeyse oraya giderek, farklı hareket biçimlerine yönelik atölyelere katılarak, içinde bulunduğum ortamı sürekli sorgulayarak ve öğrencilerimden de öğrenerek kendi kendimi geliştirme şansım hiç mi yok? Yani aslında bu dersleri vermedim de değil; öğrenciler de, ben de, yöneticiler de sevdik bu dersleri. Oyun, film ve dizi setlerinde koşturan öğrencilerim beni hâlâ boşuna aramıyordur herhalde?
(5) İki sene önceki katıldığım bir “Dans Forumu”na yönelik çağrıda, “klasik ve çağdaş-tüm dansçıların katılımının beklendiği” söylenmiş; tartışma sırasında da bale ve çağdaş dans alanları arasındaki iletişim kopukluğunu aşmaya  yönelik çeşitli önerilerde bulunulmuştu. Bu esnada ortamın tek “folklorcusu” olan bendenizi tanımayan bir kişi, “Allahtan bu toplantıda ‘folklorcular’ yok” demişti; “nasıl bu kadar seyirci bulduklarını anlamıyorum zaten” diye de eklemişti! Muhtemelen bu Batılı, çağdaş, üst kültür insanının aklına ‘folklorcuların’ da sahne sanatlarından beslenen, çağdaş çalışmalar yapabileceği gelmemişti. Biz bale, modern dans, çağdaş dans, tiyatro…vb. alanlarına yönelik okumalar, çeviriler, tartışmalar…vs. yapma ihtiyacı duyarken, o “folklor” diye tanımladığı alanla ilgili üç saniye bile düşünme ihtiyacı duymamıştı.
(6) Bu ikisini ayırmıyorum tabii ki; yaygın kullanım “zihni açık” ya; konumuz itibarıyla yalnız-eksik kalmasın istedim:)





10 Ekim 2012 Çarşamba

iDANS06 BAŞLADI…


Berna Kurt, 9 Ekim 2012

iDANS06 tüm hızıyla devam ediyor. Tezimi nihayet teslim ettiğim ve savunma tarihinin netleşmesini beklediğim şu dönemde, festival benim için yeniden “sokağa çıkmak”, festivali seyir anıyla kısıtlamadan zamana yaymak, bu amaçla da okuma, izleme ve yazma mesaimi arttırmak demek. Tabii ki aynı zamanda da tez çerçevesi dışında kalan, tamamen zevk için kaleme aldığım dans yazılarıma geri dönmek...

Seyredilen bazı işler yazılara ilham kaynağı olabiliyor; zaten festivalin genel çerçevesi de tüketici-seyirciliğin bir adım ötesine geçmeye imkân veriyor. Her sene güncellenen atölyeler ya da “kapasite geliştirme” programları sayesinde, seyir zevki entelektüel bir yoğunlaşmaya ve paylaşıma dönüşebiliyor. Salondan çıkarken eş-dostla yapılan ayaküstü sohbetlerin, ilk izlenim paylaşımlarının ötesine geçmek; festival zevkini seyir anlarının ötesine yaymak mümkün olabiliyor: merak edilen sanatçıların video’larına, işleri hakkında eleştiri yazılarına göz atmak, Kritik Çaba katılımcılarının yazılarının yayınlandığı iDans Blog’u(1) takip etmek; bazı gösterilerin neredeyse kitapçığa dönüşen program dergilerini, festival ekibinin sanatçılarla gerçekleştirdiği söyleşileri okumak, gösterimlerin ertesi günü çeşitli kişisel blog’larda gezinmek, farklı görüşleri karşılaştırmak… hepsi de seyir zevkini arttırmanın ayrı birer vesilesi…

İstanbul’un gösteri mekânı sorunlarıyla bağlantılı olarak, bu sene -Ekim ve Mayıs olmak üzere- iki döneme ayrılan programın Ekim ayağı, daha önceki festivallerden alışık olduğumuz sunum performanslarla başladı.(2) Bu sergileme formuyla, 2007’deki ilk festivalde tanışmış, özellikle de Xavier le Roy’un “Product of Circumstances”ından çok etkilenmiştim.(3) Festivalin önemli bir özelliğinin de bu olduğunu düşünüyorum: başka ülkelerdeki dans festivallerini izleme imkânı bulamayan dans meraklılarını “çağdaş dansın çok çeşitli ifadeleri”yle, “tiyatro ve disiplinler ötesi performans sanatlarının uluslararası alandaki yenilikçi örnekleri”yle tanıştırmak…


Örneğin sunum performanslardan sonraki günlerde sergilenen “Radyo Müezzin”, Kahire’den dört müezzinin –ya da “maneviyat emekçisi”nin- deneyimlerini paylaştığı bir belgesel tiyatro örneğiydi. Mübarek döneminde planlanan merkezi ezan uygulamasının getirdiği tektipleşmeden yola çıkarak “kurgulanan” gösteri, müezzinlerin kendi-performanslarıyla sahneye taşındı. Müezzinlerin gündelik yaşam ve pratikleri, görüş farklılıkları, hatta bu projeye dahil olma süreçlerinin “gerçekçi” bir biçimde aktarıldığı çalışmada öne çıkan, icracıların oluşturduğu samimiyet duygusuydu. Program dergisindeki söyleşide, yönetmen Stefan Kaegi’nin ifade ettiği şekliyle, “Batı Avrupalıları Kahire’deki dindar insanların gündelik hayatlarını daha iyi anlamaya yönelten”, “günlerin büyük bölümünü bir camiide geçiren ama terörist olmayan insanlarla tanıştıran” gösterinin, ağırlıklı olarak laik bir tedrisattan geçerek yetişen İstanbullu izleyicide nasıl bir karşılık bulduğunu merak ettim.(4) Kişisel olarak da, dramaturji çalışmasını çok başarılı bulduğum gösterinin, başlangıç sahnesi gibi etkili anlara bir, iki kez daha tanık olma ihtiyacı duydum; video ve ışığın, hatta sahne üzerinde farklı hızlarla dönen dekorların yarattığı etkinin daha da güçlenmesini bekledim.


Şimdiye kadar izlediğim çalışmalar arasında, “dans” seyircisiyle daha çok buluşan ve belli bir tartışma yaratmaya muktedir görülen Aakash Odedra’nın “Rising” adlı gösterisine dönük yorumları daha da merak ettiğimi söylemem gerekiyor. Öncelikle, geleneksel dans pratiği içinden çağdaş yorumlar geliştirmeye çalışan biri olarak, bu gösteriyi merakla bekliyordum ve birçok arkadaşıma da tavsiye etmiştim. Gösteriden sonra, “geleneksel ama çağdaş” taraftaki arkadaşlarımın ve başka birçok kişinin takdirlerine tanık oldum. Daha sonra, takipçisi olduğum Günlerin Köpüğü adlı blogda “bu performansın iDANS’ta işi ne?” sorusunun sorulduğunu fark ettim.(5) Aynı blog’da, “iDANS’a özgü o fikir parlamalarının, bir felsefi arayışın, yaklaşımın” bu gösteride bulunmadığı ifade ediliyordu. Ve bence en güzeli, aynı gösteriye yönelik farklı bir yaklaşım sunduğu vurgulanarak, (Danzon adlı) bir başka bloğa referans yapılıyordu. Yani bir dans gösterisine yönelik çeşitli görüşler yazıya geçirilmekle kalmıyor; takip ediliyor ve paylaşılıyordu da…

Benim de takip ettiğim “Danzon”da ise, “altı yıllık iDANS’ın kuram ağırlıklı, kavramsal işlerin, özel olarak estetize edilmemiş performansların festivali olduğu” vurgulanıyordu:(6) “çoğu idans etkinliğinde huşu içinde değil, her an diken üstündeymiş gibi hissetmişimdir kendimi; idans etkinlikleri seyirciden her an düşünmeyi, uyanık olmayı talep eder; bir idans performansına keyif içinde dalıp gidemezsiniz; her an "farkıda"sınızdır.". Rising’le birlikte iDANS'ta bir devrim yaşandığını belirten yazar, programdaki dört koreografiyi ayrı ayrı değerlendiriyor ve “Rising”in şimdiden iDANS06’nın unutulmaz gösterileri arasına girdiğini ifade ediyordu.

Açıkçası Rising’i ben de koltuğuma gömülerek, huşu içinde seyrettim… Özellikle iki koreografideki ışık oyunları beni “cezbetti”. Ben de “bu festivalde olması ilginç” dedim içimden; fakat gösterinin festivale dahil edilmesinden çok, “geleneksel” ile “çağdaş” buluşmasının niteliğine takıldım. Ve elimde olmadan Odedra’nın bu gösteri için birlikte çalışma yürüttüğü üç koreograftan biri olan Akram Khan’ın “Gnosis” gösterisiyle karşılaştırmalar yaparken buldum kendimi.(7) Odedra’nın kendi koreografisi ile Akram Khan, Russell Maliphant ve Sidi Larbi Cherkaoui koreograflerini art arda sunduğu bu program, kişisel yolculuğuna -kendi beden dilini arayan yetenekli bir dansçının yolculuğuna- tanıklık etmemizi sağlıyordu. Ancak Odedra’nın, Kathak ve Bharatanatyam ile çağdaş “teknik”leri (ya da “gelenek”leri?) bedeninde eş zamanlı olarak buluşturabildiğinden çok da emin değilim; kendi koreografisinin diğerlerinin yanında fazlasıyla ayrıksı kaldığını düşündüm. Yine de, özgün bir hareket dili oluşturma yolunda attığı sağlam adımlara tanık olmaktan “keyif aldım”. Programı incelerken, çağdaş dans festivallerinde “bir tat, bir doku, egzotik bir unsur” olarak sunulan “Doğulu” dansçı gösterilerinden biri olmasından endişe etmiştim; öyle olmadığına tanık olmaktan dolayı ayrıca sevindim.

(Bu yazı mimesis portal’de de yayınlanmıştır: http://mimesis-dergi.org/2012/10/idans06-basladi%E2%80%A6/)

NOTLAR:

(1) http://idansblog.org.

(2) Funda Özokçu’nun bu açılış gösterileriyle ilgili yazısı: http://idansblog.org/2012/10/01/idans-06yi-acan-anna-mendelssohn-ve-geumhyung-jeong-vesilesiyle-sunum-performansa-bakis-2/

(3) Beş sene önceki -Le Roy’un bahsi geçen işinin de sunulduğu - ilk festival ve kaleme aldığım ilk izlenimlerim: http://dansyazilari.blogspot.com/2010/04/idans-otobiyografik-iki-gosteri.html. Zamanla festivalin takipçisi olup, “Kritik Çaba”ya da katıldıktan sonra, bu yazıda ifade ettiğim beklentilerin bir kısmının zamanla değiştiğini ya da farklı ifade edilecek şekilde dönüştüğünü rahatlıkla söyleyebilirim.

(4) Günlerin Köpüğü adlı blog, çeşitli ipuçları sunuyor: http://gunlerinkopugu.com/2012/10/05/gorme-becerisi/

(5) http://gunlerinkopugu.com/2012/10/08/rising-ve-araf-ustune/

(6) http://danzon2008.blogspot.com/2012/10/aakash-odedra-rising.html

(7) İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı-Dans Platform İstanbul programı çerçevesinde seyrettiğim gösteriye dair notlarım: http://dansyazilari.blogspot.com/2010/04/akram-khan-ve-gnosis1-geleneksel.html



17 Şubat 2012 Cuma

“UCUBE” POLİTİKALAR, UCUBE SÖYLEMLER ve “U.C.B”






Söyleşi: Berna Kurt, 17 Şubat 2012
(BGST Dansçıları’nın “U.C.B” dans gösterisi üzerine, gösterinin koreograf ve dansçıları Banu Açıkdeniz, Gülcan Küçük ve Levent Soy ile...)



2011 yılında Taksim Maya Sahnesi'nin düzenlediği dans günlerinde sahnelediğiniz 10 dakikalık dans gösterisini arka plan çalışmalarıyla destekleyerek ve geliştirilerek sergilediğinizi söylüyorsunuz. Bu çalışma ve üretim sürecinden, iş bölümlerinizden, yani işin mutfağından başlayalım…
Levent: Önce okuyucuyu aydınlatmak için, sorduğun soruyu biraz açayım. 2011 Dünya Dans Günü’nde, Maya Sahnesi’nde kısa dans gösterileri sergilenecekti. Biz de BGST Dansçıları olarak, yine BGST’nin işlettiği bir sahnede dans gününde yer almak istedik. O dönem, başbakanın kendi beğenisiyle “yıkılsın” diye buyurduğu bir heykel sıcak gündemdi. Kardeş Türküler’in yine o dönem çıkan “Çocuk Haklı” albümüne Arto’nun “Öcü” adlı kısa doğaçlaması eklenmişti.
Söz konusu heykele dönük politik/estetik görüşümüz ne olursa olsun, iktidardaki bir politikacının siyasi gücünü kullanarak bir sanat eserini yok etmeye çalışması, biz sanatçılar için kabul edilemez bir durum oluşturuyordu. Dolayısıyla, Dünya Dans Günü, “sanatsal olarak bu yaşananlara nasıl bir cevap üretebiliriz?” diye düşünürken geldi. Biz de, “biz sanatçılar olarak ne çok politikaya ucube diyebiliriz” diye yola çıktık.
Üçümüzün son dönem yoğunlaştığı alan çalışmaları var, ben Doğu Karadeniz danslarıyla, Banu Rum danslarıyla, Gülcan da Mardin (Kürt, Arap, Süryani) danslarıyla bir süredir haşır neşiriz. İşbölümü doğrudan bunun üzerine kuruldu diyebiliriz.
Gülcan: Yürüttüğümüz bu alan çalışmalarını sadece dans araştırması olarak yapmıyoruz. Seçtiğimiz bölge üzerine dans, müzik, kültür araştırmaları yapıyor ve bölgeye, orada yaşayan halklara ait tarihsel, güncel konular üzerine de bir çalışma yürütüyoruz. Dolayısıyla U.C.B’de kullandığımız dans ve müzikler genel olarak bu alanlardan çıktı; belirlediğimiz temalar da şunlar oldu: “mübadele”, “hidro elektrik santraller (HES)” ve “savaş ortamında büyümek zorunda kalan çocuklar”.
Levent: Bu temalar çerçevesinde okuma çalışmaları, görüşmeler yaptık ayrı ayrı. Bunları hem birbirimizle, hem de BGST’den diğer arkadaşlarla paylaştık, tartıştık. Sahnelerin kurgulanmasında, doğaçlanmasında, işbölümü açısından çok net bir farklılık olduğunu söyleyemem. Tabii ki, ayrı ayrı uzmanlaştığımız alanlarda, biraz daha fazla sorumluluk alındığını da not edelim.
Çalışmanın sahne üstü son görüntüsü oluşurken; üç kişi olarak, üç kişilik bir gösteri çıkarmanın zorluğunu hissettik. Kendi başımıza sahneleri detaylandırmakta ya da dağınıklıkları toparlamakta yetersiz kaldık. Üçümüz de sahnedeyken, sahneyi değerlendiremiyoruz; birimiz sahne önüne geçse, geriye kalan iki kişiden sahne oluşmuyor. Bu noktada, ön sahneler diyebileceğimiz “ucube” sahnelerinde Tiyatro Boğaziçi’nden Cüneyt Yalaz’dan, diğer sahneler ve akış konusunda da BGST Dansçıları’ndan Berna Kurt’dan yardım aldık; teşekkür ederiz Berna (gülüşmeler).

Hepiniz öğrencilik yıllarında Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü’nde (BÜFK), daha sonra da Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nda (BGST) çalışma yürüten dansçılarsınız. Üyesi bulunduğunuz, BGST Dansçıları adıyla bilinen topluluk daha çok Kardeş Türküler projelerindeki danslı sahnelerle tanınıyor. U.C.B gösterisi, bu sanatsal-kuramsal birikimin neresinde duruyor? Nasıl bir ihtiyaçtan yola çıktınız ve orta-uzun vadeli istekleriniz, planlarınız neler?
Levent: Bu gösteri bahsettiğin birikimin hem tam göbeğinde hem de tümüyle ayrı bir yerde duruyor. Genellikle temel dans eğitimimiz olan yerel danslardan yola çıkıp belli bir derdi/temayı ele alarak dans sahneleri hazırlıyoruz Kardeş Türküler gösterilerinde de. Bunların bir kısmı bizim öbek formu dediğimiz, bir kaç şarkının, şiirin…vs. birleşiminden oluşan uzun sahneler olabiliyor.
Bununla birlikte Kardeş Türküler’in danslı gösterileri için çok fazla fırsat çıktığı söylenemez. En çok yılda bir kaç kez sahne alabiliyoruz. Bunun hem kadrodan kaynaklı, hem de teknik/organizasyonel gerekçeleri var tabii.
Ancak 45 dakikalık bir gösterinin tümüyle üç dansçıdan oluşması ise, mevcut birikimimizi oldukça zorluyor. Çünkü dans sahnelerinde belirli ifadeler oluşturma konusunda, kalabalık bir sahne üstünün de avantajları büyük. Bu gösteride bu eksiği kapatmak için dans tiyatrosu birikimlerimize biraz daha yüklendik diyebiliriz; bir de ayrı ayrı hazırladığımız solo sahnelere.
Nasıl bir ihtiyaç sorusuna gelince, profesyonel dansçılık iddiası var ise, daha sürekli bir sahneye çıkma gereksinimi oluyor. Bir süredir bunun eksikliğini yaşıyorduk zaten. Eğer hâlâ icracı olma iddiası varsa, sadece eğitmenlik yaparak profesyonel dansçı olarak tanımlayamıyor insan kendini.
Banu: Folklor Kulübü’ndeki çalışmalardan itibaren aslında bizim daha yatkın olduğumuz şey genellikle kalabalık dans gruplarıyla, sahnede ışığıyla, müziğiyle, kostümüyle bir atmosfer oluşturmak. Kalabalıkları dansın “show” niteliğini kuvvetlendirmek için değil, yaratmak istediğimiz atmosferi kuvvetlendirmek için kullandık hep. Bunun yanında her zaman solo formlar da bizim koreografik anlayışımızda yer buldu. Hem sahne üstündeki estetik seviyeyi artırmaya hem de bireysel gelişime yol açmaya hizmet etti bu. Buradaki, aslında alışık olduğumuz sahneleme biçiminden çok daha farklı. Çok daha küçük bir salonda, üç kişi, sahne üstünde bir etki yaratmak istediğinizde, çok daha farklı bir hareket biçimi ve koreografiik mantık kullanmanız gerekiyor. Bu durum çalışma sürecinde bizi bayağı zorladı. Levent’in de dediği gibi, tiyatral ifadeye ağırlık veren “ucube” diye adlandırdığımız sahne başlangıçları belki biraz da bu ihtiyaçtan ortaya çıktı. Seyirci sahneye çok yakın olduğundan, hareketlerin büyüklüğü ve yoğunluğunun seyirciyi yorması gibi bir risk de vardı, bu riski de en aza indirmeye çalıştık. Bir yandan da mekânın doğası gereği, önceki çalışmalarımızdan da alışık olduğumuz solo formlar bu gösteride daha kolaylıkla yer buldu.

U.C.B dans, tiyatro, müzik ve video gibi alanlardan beslenen, üç bölümlük bir gösteri. Bu bölümlerde nasıl bir dramaturjik yönelim benimsediniz ve seyirciyle ne tür bir ilişki kurmayı hedeflediniz? 25 Ocak’taki première’den sonra ne tür tepkiler aldınız?
Levent: En başta ifade etmiştim. Gösteri aslında bugüne kadar çocukluktan itibaren dinlediğimiz, yaşadığımız ve bu ülkenin insanları için değil, onların aleyhindeki bir takım politikalara karşı sanatımızla karşı durmaktan ibaret. Bu politikaları üretenler, her gün bu politikaları pervasız olarak dile getirirken, bu politikalara muhalefet yapmak isteyen insanları reel anlamda hukuk dışı ya da kendi hukukları dahilinde cezalandırırken, biz sanatçı olarak bir ses çıkarmayı hedefledik.

Geleneksel dansların müzikle organik bir bağı var. Çağdaş dans alanındaki üretimlerde ise müzik sahnenin ikincil bir unsuru olabiliyor ya da hiç müziksiz gösteriler de yapılabiliyor. Siz halk dansları geleneğinden gelen dansçılar olarak, yıllarca canlı müzik eşliğinde dans ettiniz. Bu gösterinizde ise kayıt müzik kullanıyorsunuz. Bu değişiklik üretim sürecinizi nasıl etkiledi?
Levent: Çok rahatladık, artık sahnede müzik hata yapacak diye bir kaygımız kalmadı (gülüşmeler). Şaka bir yana, müzik bu gösteride de temel bir unsur bizim için. Zaten kullandığımız müzikler de oldukça çeşitli oldu. Bazı şarkılar şimdiye dek yayınlanmış çeşitli sanatçıların albümlerinden. Bazı şarkılar müzik direktörümüz Orçun Yıldırım tarafından düzenlendi; doğaçlama bölümler eklendi ve stüdyoda özel olarak kaydedildi. Bazı bölümlerde ise, bilgisayar başında çeşitli ses efektlerini düzenledik; ya da “ucube” sahnelerinde olduğu gibi, müzik ve konuşmaları montajladık.
Üretim sürecinde bu çeşitlilik, doğaçlama evrenimizi genişletti diyebiliriz. Çünkü gösteride, az önce söylediğim gibi, farklı sound’da müzikler kullanmış olduk. Bu da dans yorumlarımıza yansıdı.
Banu: Kayıt müzik kullanmak bundan önceki üretim biçimimizin dışına çıkmak için gerekliydi bir bakıma. Belli bir sound ortaklığı yakalama derdiniz yine var, ama kullanacağınız müzik malzemesi konusunda çok daha özgür oluyorsunuz; bu da dansçı olarak sizi rahatlatıyor bir anlamda. Ama bir yandan da bence canlı müzik eşliğinde dans etmek tabii ki her zaman çok güzel. Bu tarz gösterilerde de, belki kalabalık bir orkestra değil, ama tek bir enstrüman eşliğinde solo dans formlarına yer vermek de güzel olabilir. U.C.B için de böyle fikirlerimiz var.

Çalışmalarınızda kültürel çoğulcu bir perspektifin biçimlendirdiği kimlik ve hak talepleri, ifade özgürlüğü sorunları ön plana çıkıyor. Hareket kalitesini, icra düzeyini geliştirmeye yönelik çalışmalarınız dışında bu perspektifi geliştirecek ne tür çalışmalar yapıyorsunuz? Bir gününüz nasıl geçiyor örneğin?
Levent: Aslında öyle bir ülkede yaşıyoruz ki, günlük haberleri takip edip, köşe yazılarını okuduğunuzda, bunları bir araya getirip biraz tartıştığınızda, perspektif bakımından hiçbir sıkıntınız kalmıyor. İki aylık çalışma döneminde, kaç defa günlük gelişmeler yüzünden neredeyse bitmiş olan bir sahneyi acaba değiştirsek mi, falanca konuyu mu ele alsak, diye tartıştığımızı sayamam. Yani bu topraklarda ucubeler hiç bitmez. Biz bunu çeşitleye çeşitleye ölene kadar gideriz korkarım.

Dans formasyonunuzun temelinde geleneksel danslar/halk dansları eğitimi bulunuyor. Dans ve sahne çalışmalarınızda, doğaçlamalarınızda, hareketleri yorumlarken diğer dans türleriyle nasıl bir alışverişiniz oluyor? Doğaçlamalarınızı değerlendirirken kullandığınız ortak kriterler var mı?
Levent: Doğaçlama aşamasında kişisel eğilimler ve fiziksel özellikler/farklılıklar tabii ki ön plana çıkıyor. Aslında bu konuda çok temel bir ortak kriterimiz var: “ürettiğimiz dans sahnede oluşturmak istediğimiz ifadeyle çelişiyor mu, yoksa onu destekliyor mu/geliştiriyor mu?” Eklektik kalmadığı, bir yetenek sergilemesine dönüşmediği sürece, sahne üstü ifadeyi güçlendirecek her forma becerimiz ölçüsünde açığız. Tabii grup halinde icra ettiğimiz danslarda üçümüzün de birlikte icra edebileceği hareketlerde karar kılmamız gerekiyor. Yani OBEB: Ortak Bölenlerin En Büyüğü, grup hareketini belirler.
Gülcan: Üçümüz için de, dansçılık eğitimine ciddi olarak başladığımız yer Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü. Levent’in kulübe girdiği yıllarda oluşturulmaya başlanan eğitim geleneği orada hâlâ devam ediyor ve ben mesela orada eğitmenlik yapmaya devam ediyorum. Bu eğitim geleneği içerisinde geleneksel danslar tabii ki merkezi oluşturuyor. Bu dans formlarını bazen sadece formasyon amaçlı kullanıyoruz; örneğin bir Kafkas çalışması dansçılığı ciddi şekilde geliştiriyor, sahne üzerinde birebir Kafkas danslarını kullanmasak da eğitim sürecinde oldukça fazla başvuruyoruz. Geleneksel dans dışında dönemsel olarak çalıştığımız farklı disiplinler oldu ve oluyor: çağdaş dans, hip hop, yoga, bale, beden farkındalığı… gibi ama bunlar daha çok dönemsel oluyor. Her dönem eğitim çalışmalarında mutlaka yer verdiğimiz, tiyatrocularla birlikte yürüttüğümüz temel oyunculuk çalışmaları bizim çalışmaların vazgeçilmezi. Mezun olduktan sonra da bu çalışmalara devam ediyoruz. Mesela Banu ve ben şu anda Tiyatro Boğaziçi’nin Otobüs oyununda oynuyoruz.

Yurt içinde ya da yurtdışında yürütülen ne tür performatif, kültürel, kuramsal çalışmalardan; kişi ya da topluluk ve akımlardan etkileniyorsunuz?
Banu: Bu soruya net bir cevap vermek biraz zor. Yurt içi ya da dışından izlediğimiz gösteriler, takip ettiğimiz kişiler, gruplar kesinlikle yaratıcı faaliyeti etkiliyor, ama spesifik olarak şu grup ya da şu kişi diyemeyeceğim. Bence izlediğimiz gösterilerden, filmlerden, dinlediğimiz müziklerden sanatla uğraşan herkes gibi biz de etkileniyoruz. Bu biraz da sezgisel ilerleyen bir süreç oluyor sanırım.
Gülcan: Bizim sanat çalışmamızı en çok etkileyenler, video’larını izlediğimiz yerel sanatçılar/üstatlar sanırım. Dans taraması yaparken, youtube’da ya da görüşmelerden elimize geçen düğün kayıtlarında öyle dansçılar oluyor ki… Dans etme biçimi, pisti kullanma şekli, seyirci ile kuruduğu ilişki, aksiyon geçişleri ile örnek aldığımız, hatta birebir taklit etmek için uzun süre çabaladığımız bir sürü sanatçı var.
Levent: Evet, bunlar isimsiz sanatçılar. Ya da gerçek anlamda amatörler. Buradan yerel dansta otantik denen form anlaşılmasın. Tanık olduğumuz, ellerinden tutup yan yana dans ettiğimiz ya da görüntülerini izlediğimiz nitelikli amatörler aslında yerel dansın, farklı koşullarda, farklı dönemlerde, farklı tipolojideki insanlar tarafından nasıl yeniden üretildiğini ve tüketildiğini gösteriyor bize. Dans eden insanların kendi bedenleri ve danslarıyla ve de onu izleyenlerle kurduğu ilişki çeşitliliği, dans sahnelemesi sırasında farklı kulvarlar açıyor önümüze.
Sadece U.C.B için konuşmazsak, BGST Dansçıları’nın dans sahnelemelerinde etkisi olanlar bakımından, Sovyet döneminin farklı sovyetlerden gelen devlet halk dansları ekolü vardır, anılması gereken. Yerel dansların sanatsal bir bakış açısıyla ve sanatsal bir disiplinle nasıl stilize edilebileceğinin, koreografinin dansın ifadesine nasıl katkıda bulunabileceğinin dersini verir bir anlamda. Aynısını yapmaktan da bahsetmiyorum. Muhtemelen deneyince çuvallanır zaten, fakat “sanatçı ol, dansçı ol, ufkunu açık tut” der insana o gösteriler. Prodüksiyon teknolojilerinden yoksun bir halde ve dönemde, hem show’un hasını görürsünüz hem de tek tek dansçıların ve dansların gücünü.
Bir de, Kusturica’nın filmleri. Müziğin kullanımı, kameranın müziğe verdiği tepki, kurulan atmosferler ve mizansenler, “sahneye çıkıp, dansla böyle bir sahneleme yapmak lazım” dedirtiyor insana.

Yakın dönemde başka projeleriniz de olacak mı? Seyirciler sizi nasıl takip edebilir?
Banu: Bahar aylarında Kardeş Türküler projesiyle çeşitli turnelerimiz olacak. Bunun dışında, yeni üretim olarak, BGST’den tiyatrocular, dansçılar ve müzisyenlerle birlikte, önümüzdeki Mayıs ayında İKSV’nin düzenlediği Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’ne bir oyunumuzla katılacağız. Şu anda da bu projenin çalışmalarını yürütüyoruz. Oyun canlı müzik eşliğinde oynanacak; müzikler, BGST müzik projelerinden biri olan Bajar’da yer alan müzisyenler tarafından hazırlanıyor. Koreografik düzenlemelerin öne çıktığı, danslı bölümler de var oyunda. Türkiye’deki toplumsal ve siyasal değişimi merkeze alıyor; bu değişimle birlikte, toplumun daha önce belki de birbirine temas bile etmemiş kesimleri karşı karşıya kalırsa ne olur, sorusu etrafında kurgulanıyor oyun. Festival sonrasında da temsiller devam edecek. Bu etkinlikler www.bgst.org internet sitesinden takip edilebilir.

(bu yazı mimesis web sitesinde yayınlanmıştır:
http://mimesis-dergi.org/2012/02/ucube-politikalar-ucube-soylemler-ve-u-c-b/)