Berna
Kurt, 5 Kasım 2012
Atölye süresi, isteyen tüm katılımcıların söz alması, dans eğitimine yönelik düşünce ve deneyimlerin paylaşılması ve MSGSÜÇDP’na yönelik önerilerin geliştirilmesi için yeterli olmadı. Yurtdışından gelen eğitmenler, Türkiye bağlamına yönelik yeterince bilgi sahibi değildiler. Tartışma sırasında ortaya çıkabilen iktidar sorunlarına yönelik duyarlı bir yaklaşım gösteren ve Türkiyeli eğitmenlerin daha fazla söz almasını talep eden yabancı katılımcılar da bulunmaktaydı. Ancak bu kadar kısa süreli bir buluşmada, yurtdışından gelen katılımcıların hem YÖK sistemi…vb. tarihsel sorunlar ile yerel sanat ve eğitim ortamından haberdar olması hem de tüm katılımcıların ileriye dönük önerilerde bulunması zaten mümkün değildi. Tartışmanın kurgulanış biçimi de, ister istemez alternatif Batılı eğitim kurumlarının deneyiminden hareketle, MSGSÜÇDP’na önerilerde bulunma hedefini merkeze alıyordu. Sırasıyla Avrupa’daki modellere, MSGSÜÇDP ve bu programın müfredatına yönelik önerilere ve eğitmenlik alanına yönelik daha genel bir tartışmaya ayrılan bölümler şeklinde kurgulanan atölye akışı sırasında, en azından iki güne yayılan bir programın gerekli olduğu hissiyatına kapıldım. Daha katılımcı bir tartışmaya zemin sunabilecek olan son bölüme zaman kalmamasının önemli bir eksiklik olduğunu hissettim. Ayrıca, Türkiye’de farklı kurumlarda eğitim veren kişilerin bir araya gelmesinin ciddi bir ihtiyaç olduğunu, bu tür bir tartışmanın belki böyle bir buluşma sonrası yürütülmesinin daha verimli olabileceğini düşündüm. Umarım atölye sonrasında diğer katılımcılar kişisel sohbetlerle daha fazla konuşma ve tartışma fırsatına sahip olmuşlardır.
Katılımcıların çoğu, tamamen bağımsız bir oluşuma gitmek yerine var olan -üniversiter/akademik ortam, Bologna sistemi, YÖK…vb- yapılar içinde var olmak tercih edilmişse, bu yapıların kurallarıyla “oynayarak” özgürlük alanları yaratılabileceğine işaret ettiler. Ancak Türkiye söz konusu olduğunda bunun nasıl yapılabileceğini konuşmak için çok daha fazla veriye sahip olmak gerekiyordu ve katılımcıların birçoğu diğerlerinin deneyimlerinden tam da o anda haberdar oluyordu. Bununla birlikte buluşma, bu tür sorunların telaffuz edilmesine imkân sağlamış oldu ve belki de benim gibi başka katılımcıların da, yerel bir buluşmanın öneminin farkına varmasını sağladı.
***
Ben de bu yazı vesilesiyle, atölyeye dair düşüncelerimi toparlamaya çalışırken, fazlasıyla kişisel deneyimlerimden yola çıkarak, çok geniş bir alandaki sorunlar yumağının sadece küçük bir bölümüne işaret etmek istedim. Çözüm önerileri geliştirmenin anca ilk adımını oluşturabilecek bu mütevazı çabanın, sahne sanatları eğitimi alanında farklı deneyimlere sahip kişilerle bir araya gelerek zenginleşeceğini ve somut adımlara dönüşeceğini düşündüm.
Bu deneyimlerin belirleyici unsurları tabii ki kimliğimin 1) akademik 2) hareket eden parçaları: yani Türkiye’de sosyal bilimlerin çeşitli alanlarında eğitim almış, geleneksel danslar merkezli icra ve araştırma çalışmaları yürütmüş olmak; üniversitelerde hem dans hem de sosyal bilimler alanında uygulamalı ve kuramsal dersler vermek. Kısacası hiçbir zaman klasik bir Batılı “dans” eğitimi almadım; konservatuarlarda yetişmedim. Temelde, “dans”ı, hem hareket geleneklerini hem de çağdaş yaklaşımları içerecek şekilde, performans ve kültür çalışmalarının yanı sıra feminist çalışmalardan, siyaset ve tarih disiplinlerinden…vs. de beslenerek, toplumsal bir bağlamda ele alan çalışmalar yürütüyorum. Kişisel deneyimlerimin özellikle YÖK’le ya da merkezi eğitim sistemiyle bağlantılı olanlarının, atölye sırasında bazı yerli katılımcılar tarafından da farklı şekillerde telaffuz edildiğini söyleyebilirim. İşte ilk aklıma gelen sorunlar:
- En başta, YÖK ucubesiyle bağlantılı olarak; kadro açma, değerlendirme ve yerleştirme aşamalarında üniversite bölümlerinin inisiyatifinin neredeyse sıfıra indirilmesi. Bu, yıllarca kendinden maddi-manevi çok şey vererek, kadro beklentisi içinde, sadece manevi tatmin ve deneyim kazanarak ders veren genç akademisyen adayları için, meslek edinme ve akademik hayatta, hatta hayatta (!) kalabilme zorluğu anlamına geliyor(2);
- Yine her türlü akademik, idari…vd. değerlendirmenin merkeziyetçi bir anlayışla yürütüldüğü bu ülkede, “sanat” bölümleri akademinin diğer alanları içindeki ikincil bir konuma sahip. Yeni kurulan güzel sanatlar ya da sanat ve tasarım fakültelerinde ise “sahne sanatları” bölümleri açmak, -muhtemelen “piyasa”sı görece daha dar olduğu için- görsel tasarım ya da moda tasarımı gibi bölümleri açmak kadar tercih edilmiyor;
- Sahne sanatlarına yönelik lisansüstü eğitim kurumların hem sayıca hem de kadro ve içerik açısından oldukça sınırlı durumda;
- Akademik dünyada dillere pelesenk olan “disiplinler arası” çalışma anlayışı aslında ne zihinlerde ne de pratikte içselleştirilememiş durumda. Örneğin akademik çalışmalar değerlendirilirken, içerikten çok, mezun olunan lisans ve lisansüstü eğitim programlarının sürekliliğine önem veriliyor(3);
- Bazı konservatuarlarda ya da güzel sanatlar fakültelerinde son derece kemikleşmiş bir çalışma anlayışı hüküm sürüyor. Örneğin “hareket”le bağlantılı dersler, “klasik bale” çalışmalarına indirgenebiliyor(4);
- Dans alanını –bale, çağdaş dans, halk oyunları, sosyal danslar…vs.- kompartmanlara bölen ve bu suni kompartmanlar arasındaki alışverişlere kapalı olan zihniyetler ne yazık ki hâlâ varlığını sürdürüyor(5).
Bu sıraladığım maddeler, tabii ki benim için çoğu zaman (can) yakıcı olmuş olanlar. Ama genel tablo bu kadar da karanlık değil. İstanbul’da gittikçe daha da çeşitlenen bir sahne sanatları ortamı var; etkinlikleri takip etmek bile gün geçtikçe zorlaşıyor. Zihni de, bedeni de açık (6) birçok kişi çeşitli alanlarda inisiyatif alıyor ve belli bir dönüşüme katkıda bulunmak için çaba göstermeye niyetleniyor. Ve bu kişilere çok iş düşüyor…
(Bu makale mimesis portal’de de yayınlanmıştır: http://mimesis-dergi.org/2012/11/akademik-dunya-dans-egitim%E2%80%A6-vs-ye-dair-bir-beyin-firtinasi/)
NOTLAR
(1) Atölye
hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.idans.info/2010/index.php?Festival=idans06&Application=index&Language=tr&Url=&Application=Articles&Url=21
(2)
Son yıllarda hayatta kalmayı zorlaştıran etkenlerden biri de, akademik
değerlendirmelerde hakkaniyeti sıfırlayan “politik” kadrolaşma çabaları. Yanı
başımda gözlemlediğim ve kişisel olarak da tecrübe ettiğim haksızlıklar, beni
de zaman zaman “beyin göçü”nün bir parçası olmaya zorlamadı değil.
Ayrıca
birçok akademisyen gibi ben de, son dönemde gündeme gelen yeni YÖK yasa
taslağının, bu haliyle var olan sistemi daha da kötüleştireceğini düşünüyorum.
Kişisel olarak, hükümetin var olan “ucube”yi yok edecek bir “vizyon” sunmasını
beklemiyordum. “Ustalık” döneminin arızalarıyla bağlantılı olarak “kendi YÖK’ümü
kendim yaratırım” anlayışının hakim olduğu bu taslak metinde, Batılı ülkeleri
model alma söylemiyle meşrulaştırılan ve aslında özlük haklarını ve akademik özgürlükleri
iyice tırpanlayan bir “piyasalaştırma” mantığının öne çıktığını anlamak hiç de
zor değil…
(3)
Bu benim için çoğu zaman “aaaa, siyaset bilimi, sanat yönetimi ve tarih; ne
alâka?” diyen büyük akademisyenlere cevap verme sıkıntısı anlamına geldi:
Türkiye’deki akademik sistemle mi başlasam; yoksa –“ukalalık yapmadan”-
çalışmalarımın sadece başlıklarına bile bir göz atsa belli bir tutarlılık ve
süreklilik gözlemlemeyebileceğini, bu durumu bir zenginlik olarak da yorumlayabileceğini
mi ima etsem? Ay bilmem ki, ne yapsam?
(4)
Bale ve modern ve/ya çağdaş dans bölümlerinde de okumadım; o zaman örneğin
oyuncu adaylarına hareket eğitimi veremez miyim, dans kuramı ve tarihiyle
ilgili bildiklerimi aktaramaz mıyım? “Bilgi” neredeyse oraya giderek, farklı
hareket biçimlerine yönelik atölyelere katılarak, içinde bulunduğum ortamı
sürekli sorgulayarak ve öğrencilerimden de öğrenerek kendi kendimi geliştirme
şansım hiç mi yok? Yani aslında bu dersleri vermedim de değil; öğrenciler de,
ben de, yöneticiler de sevdik bu dersleri. Oyun, film ve dizi setlerinde
koşturan öğrencilerim beni hâlâ boşuna aramıyordur herhalde?
(5)
İki sene önceki katıldığım bir “Dans Forumu”na yönelik çağrıda, “klasik ve
çağdaş-tüm dansçıların katılımının beklendiği” söylenmiş; tartışma sırasında da
bale ve çağdaş dans alanları arasındaki iletişim kopukluğunu aşmaya yönelik çeşitli önerilerde bulunulmuştu. Bu
esnada ortamın tek “folklorcusu” olan bendenizi tanımayan bir kişi, “Allahtan
bu toplantıda ‘folklorcular’ yok” demişti; “nasıl bu kadar seyirci bulduklarını
anlamıyorum zaten” diye de eklemişti! Muhtemelen bu Batılı, çağdaş, üst kültür
insanının aklına ‘folklorcuların’ da sahne sanatlarından beslenen, çağdaş
çalışmalar yapabileceği gelmemişti. Biz bale, modern dans, çağdaş dans,
tiyatro…vb. alanlarına yönelik okumalar, çeviriler, tartışmalar…vs. yapma
ihtiyacı duyarken, o “folklor” diye tanımladığı alanla ilgili üç saniye bile düşünme
ihtiyacı duymamıştı.
(6)
Bu ikisini ayırmıyorum tabii ki; yaygın kullanım “zihni açık” ya; konumuz
itibarıyla yalnız-eksik kalmasın istedim:)