Berna
Kurt
8-12 Kasım 2013
tarihleri arasında Polonya’daydım. 2014 yılında, Türkiye - Polonya diplomatik
ilişkilerinin 600. yılı nedeniyle düzenlenecek etkinliklerle bağlantılı olarak,
Adam Mickiewicz Enstitüsü’nden ‘çalışma ziyareti’ daveti almıştım. Bu ziyaret
kapsamında, Varşova Dans Günleri ile Lublin’deki Uluslararası Dans Tiyatroları
Festivali performanslarının bir kısmını seyrettim. Enstitünün mihmandarları
eşliğinde, müze, sergi salonu, kültür merkezi gibi mekȃnları ziyaret ettim;
hatta bir ‘skansen’(1) bile gördüm. Polonya çağdaş dans sahnesiyle, Polonyalı
koreograflar ve sanat yönetmenleriyle tanıştım.
Sahnede Çeşitlilik ve Arayış
Çağdaş dansın
Polonya’daki seyrinin Türkiye’yle belli ortaklıklar içerdiğini söyleyebilirim. Her
iki ülkede de yeni sayılabilecek bir alan çağdaş dans; eğitim kurumlarının
tarihi çok da eskilere gitmiyor. Polonya’da 1990’lı yıllarda belirginleşen
çağdaş dans çalışmaları, hem Tadeusz Kantor ve Jerzy Grotowski gibi Polonyalı
tiyatro avant-garde’larından hem de Pina Bausch gibi dans tiyatrosunun öncü
koreograflarından etkilenmiş.(2)
Polonyalı koreograflar
da Türkiye’dekiler gibi İngiltere, Hollanda, Fransa, Belçika, Avusturya… vd. Batı
Avrupa ülkelerinde eğitim almışlar; buralardaki yenilikçi atölye ve
festivalleri takip etmişler. Yurtdışına açılan ilk kuşağın deneyimlerini gençlere
aktarması, çağdaş dansa ilginin artmasında büyük rol oynamış. Örneğin Lublin
gibi küçücük bir şehirde bile, 1997’den bu yana uluslararası bir dans festivali
düzenlenebiliyor. Çağdaş dansın yeni bir alan olmasının, yaygınlaşmasını ve sanatsal
organizasyonlara dayanak oluşturmasını engellemediğini; ne yazık ki bu konuda
bir ortaklığımızın bulunmadığını da not etmek gerekiyor.
Polonya’nın genç
nüfusu ve üniversiteleriyle ünlü bu küçük şehrinin kültür - sanat yaşamı
oldukça canlı. Kültür merkezi çevresinde, tüm seneye yayılan bir dolu etkinlik düzenleniyor.
Benim takip ettiğim festivalde de dans etkinlikleri sokağa taşmıştı.
Performanslar sonrasında, koreograflar ve dansçılarla gece yarılarına kadar
süren sohbetler yapılıyordu. Festival programında ayrıca film gösterimleri ve
atölyeler de yer alıyordu.
Lublin ve
Varşova’daki performanslar art arda seyredildiğinde; farklı sanatsal üslup ve yaklaşımların
getirdiği çeşitlilik dikkat çekiyordu. Örneğin Lublin Uluslararası Dans
Tiyatroları Festivali’nde(3), Poznan Bale Topluluğu’nun sergilediği ‘Siyah ve Beyaz’
başlıklı programın ilk performansı, Barok dönem bestecisi Marais’nin müziğini
ve Katarzyna Kozyra’nın video çalışmasını, tarihsel ve çağdaş danslarla bir
araya getiren bir eserdi. İkincisi ise, erkek ile kadının kader ortaklığına odaklanan,
teatral nitelikli bir düetti. Her iki performansta da, dansçıların virtüozite
düzeyi dikkat çekiyordu.
Bu
performanslardan hemen sonra, mekân değiştirip Lublin’in kültür merkezine
gittik. Merkezin içindeki açık avluda - dans için tasarlanmamış bir alanda - toprağa,
çamura bulanarak devinen ‘Witold Jurewicz ve Misafirleri’, ‘performatif
eylem’lerinden birini gerçekleştiriyordu. Beden ağırlığını merkeze alan bu
deneysel çalışmada, dans tekniği ya da virtüozite yerine, dansın tarihsel avant-garde’larından
Judson Church grubunun 1960’lı yıllarda savunduğu ilkeler ön plana çıkıyordu: kamusal
alan performansı, ‘saf’ hareket, gündelik jestler, teknoloji kullanımı ve
disiplinler arasılık…
Lublin’deki
“performatif eylem”lerden bir kare
Lublin’deki
festivalin üç de konuğu vardı: Alessandro Sciarroni, Alexander Andriyashkin ve Clément Layes. Sciarroni arka perdeye yansıttığı kendi
imajını, teknolojinin ve chat ortamının sürprizleriyle birleştiriyordu. Andriyashkin,
yerleşik dans, performans, gösteri, dansçı tanımlarını sorguladığı interaktif
performansında risk alıyor ve seyirciyle diyaloğa giriyordu. Layes ise partneri
Marchand’la birlikte gündelik nesnelere (sahnedeki sandalyelere) atfedilen
anlamları sorguluyordu.
Festivalde, Ludwik
Solski Dramatik Sanatlar Akademisi Dans Tiyatrosu Bölümü öğrencileri de
mezuniyet gösterilerini sergiledi. İddialı bir dekor kullanımının, görselliğin
ve teatralliğin eşlik ettiği gösteride, popüler müzikler eşliğinde enerjik
beden kullanımları öne çıkıyordu. Ana akım sahneleme tekniklerine göz kırpan bu
‘gösteri’nin ardından seyrettiğimiz iki performansta ise, tarihsel öncülerle
diyaloğa girme çabası vardı. Marta Ziółek’in ‘koreografik
kurgu’ olarak tanımladığı performansı, Amerikalı feminist görsel sanatçı Carole
Schneeman’ın performansından ve metninden yola çıkan ve dansçı bedenleri ile
resim sanatı arasında ilişkisellik kurma
arayışı içinde olan, deneysel bir çalışmaydı. Lublin’de
seyrettiğim son performans olan, Aleksandra Borys ile Maria Zimpel düetinin
çıkış noktası ise, dans ile terapiyi birleştiren modern dans koreografı Anna Halprin'in geliştirdiği koreografik yöntemler idi.
Varşova Dans
Günleri’nde(5) seyrettiğim performanslar ise, Polonyalı koreografların farklı
ülke sanatçılarıyla işbirliklerinin ürünleriydi. Tauschfühlung ile Victoria Krajina
ve Michelle Azdajic’in art arda sergiledikleri düetler, genç kuşağın kişisel üsluplarını
geliştirme çabalarını ortaya koyuyordu. Avusturyalı koreograf Ulrike Hager’in
Varşova Dans
Tiyatrosu’yla birlikte sergilediği gösteri ise, Nijinsky’nin bale tarihinde bir
dönüm noktası olarak kabul edilen ‘Bir Kır Tanrısı’nın Öğleden Sonrası’ koreografisine
göndermeler içeren, teatralliğin ve bale tekniğinin öne çıktığı bir
performanstı.
Koreograflarla Birlikte
Ziyaretim
esnasında iki de Polonyalı koreografla tanıştım. Birinin çalışma ortamını
gözlemleme; diğeriyle de sohbet etme fırsatı buldum.
Koreograflardan
ilki, Renata Piotrowska, son dönemde ses üreten nesneler ve onların inşa
ettikleri ortamla ilgileniyordu. Aralık 2013’te, Polonya ve Türkiye arasındaki
işbirliklerinden birini gerçekleştirecek ve Yıldız Teknik Üniversitesi Dans Anasanat
Dalı’nda atölye çalışması yapacaktı. Piotrowska, sohbet ettiğimiz esnada, hem fiziksel
hem de kuramsal boyutları olan bir atölye yapmayı planlıyordu. Atölyenin temel eksenleri;
harekete bakma biçimleri (fiziksel dil, içerik, bağlam), soru formülasyonu ve
seyirci perspektifiyle yapıcı eleştiri geliştirme idi.
Varşova dışında bir
kültür merkezindeki provasına tanıklık ettiğim Marysia Stoklosa ise, aktif bir
anne kimliği örgütlemeye çalışan ‘MaMa’(7) grubuyla birlikte yedi aydır çalışma
yürütmekteydi. Çalışmaya, gözleri kapalı dans ederek, otantik dansı arayarak,
bedeni ve imgelemi açmaya çalışarak başlamışlardı. Annelik temasına yönelik
özel bir çalışma yürütmemişlerdi fakat çalışma sürecinde ortaya çıkan sahne malzemesi
(hareket doğaçlamaları, konuşmalar ve yazılar) kendiliğinden topluluğun sahip
olduğu kimlik çeşitliliğini yansıtmaktaydı. Sekiz kadının katıldığı bu provada
okuduğum döviz biçimindeki yazılar; taşınan sorumluluktan, yorgunluğa, doğurma
eyleminin kendisine ve cinsel deneyim farklılıklarına kadar uzanan birçok
temaya değiniyordu.
Polonya Dansı Tartışılıyor
Varşova Dans
Günleri kapsamında düzenlenen ‘Polonya Dansının Dünyadaki İmajı’ başlıklı
konferans ise, ‘dışarıdan’ bir gözlemci olarak bilgi edinmemi sağladı. Yaklaşık
20-30 kişinin katıldığı konferans; Polonyalı dansçı, koreograf ve eğitmenlerin
sunumlarıyla başladı ve tartışma bölümüyle son buldu.
Konuşmacılar arasında,
yurtdışındaki dans okullarında ve atölyelerde farklı teknikler ve yaklaşımlar
öğrenen, beden farkındalıklarını arttıran dansçılar ve Polonya’da çalışan dans
akademisyenleri bulunuyordu. Polonyalıların Batı Avrupa ülkelerinde kendilerini
geliştirmek için ciddi çaba sarf ettiklerini, oldukça çalışkan olarak kabul
edildiklerini, ancak yine de Polonya çağdaş dansının uluslararası düzeyde bir
tanınırlığa sahip olamadığını ifade ediyorlardı. Benzer bir durumun Polonyalı
dans akademisyenleri açısından da geçerli olduğunu söylüyorlardı. Türkiye’yle
benzer şekilde, dans eğitimi veren akademik programlar bulmakta güçlük
çektiklerini; dansın üniversitelerin müzikoloji ya da tiyatro bölümlerinin alt
birimleri konumunda olduğunu ifade ediyorlardı.
Tartışma
sırasında, ‘Polonyalı’ kimliğinin sahneye nasıl yansıdığı da sorgulandı ve farklı
örnekler verildi. Bazı koreograflar, performanslarında Lehçe bir şarkı ya da
bir ifade kullandıklarında, Batılı seyirciler tarafından “egzotik” olarak
etiketlenebildiklerini ifade ettiler.
Konferansta dansçılık
mesleğinin sorunları da gündeme getirildi. Çoğu dansçı ve koreograf, profesyonel
bir kimlik edinme; yaşam boyu garantili, tam zamanlı bir iş sahibi olma;
geçimini sadece danstan kazanma konusunda ciddi zorluklar yaşadığını ifade etti.
Bununla birlikte, son yıllarda dans festivali, dans topluluğu ve dans bölümü sayısının
arttığını; daha çok dans seyircisine ulaştıklarını ve dansa dair bilginin
yaygınlaşmaya başladığını da belirttiler.
Ve Gökkuşağı
Ziyaretim esnasında,
sanat ve politika arasındaki netameli ilişkiye örnek oluşturan, çok çarpıcı bir
de olaya tanık oldum. Varşova’ya ilk ayak bastığımda, havaalanından otele doğru
ilerlerken, bir gökkuşağı heykeli gözüme çarpmıştı. Beni ağırlayan Adam Mickiewicz
Enstitüsü’nün desteğiyle gerçekleşen bir sanat eseriydi bu. Polonyalı sanatçı Julita
Wojcik’in(9) tolerans, açık görüşlülük ve iyimserlik temalı eseri ilk kez
Polonya’nın başkanlık edeceği dönemde, Brüksel’deki Avrupa Parlamentosu
binasının karşısında sergilenmiş. Eser 2012’de Polonya’ya geri döndüğünde, sanatçının
amacıyla uyum içinde, sabit bir toplumsal ve siyasal anlam atfedilmeden
benimsenmiş, sadece ‘güzel’ olduğu için kabullenilmiş. Onur Yürüyüşü, Katolik
Yortusu, EURO 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası açılışı gibi farklı olaylara
tanıklık etmiş. Ancak Şubat 2012’de maskeli kişiler tarafından yakılmış ve tekrar
inşa edilmiş; sonrasında da, üç kez daha (bir kez kazayla, diğer ikisi tam
belirlenemeyen sebeplerle) zarar görmüş.
Benim heykeli
tesadüfen görmemin dört gün sonrasında da beşinci ve son müdahale gerçekleşti. Olayı
ilk duyduğumda; Gezi direnişi sonrasında gökkuşağının renklerine bürünen, iktidarların
müdahalelerine inat, yeniden boyanan merdivenler geldi aklıma. Kamusal alanları
güzelleştiren ve zamanla kolektifleşen bu eylem biçimi, İstanbul’un sınırlarını
da aşmış; şehir merkezlerinde renkli tanıklıklar bırakmıştı.
Eğer bu
eylemlerin sonuçlarını, kamusal ve anonim sanat eserleri olarak kabul edecek
olursak; Polonya’daki olayla belli ortaklıklar kurmak mümkün. Sanatçı
kimlikleri ile toplumsal, siyasal, estetik… vd. bağlamlar farklılaşsa da; şehir
merkezlerindeki iş ya da eserlerin politik mücadele alanı haline geldiği
söylenebilir. Türkiye’de renkler üzerinden yürütülen siyasi mücadelenin bir
benzeri, Varşova’da bir sanat eseri üzerinde yürütülüyor. Renklere atfedilen
farklı anlamlar; sanat eserini yok etme, yeniden inşa etme, yeniden yok etme
gibi bir sarmala dönüşebiliyor.
NOTLAR:
(1) Geleneksel
kültürlerin çağdaş zamanlarda sergilenme biçimlerine meraklı biri olarak, Selim
Sırrı Tarcan’ın bir yüz yıl önce İsveç’te görerek etkilendiği açık hava
müzesinin bir benzerini tesadüfen ziyaret etme fırsatı buldum. Lublin’in yerel
yaşamını tarihselliği içinde sunan bu açık hava müzesi için bkz. http://www.skansen.lublin.pl/1-al-historia.html.
(2) Çağdaş dansın Polonya’daki tarihselliğine
yönelik ayrıntılı bilgi için bkz. Anna Legierska, “Polish Contemporary Dance –
Awaiting an Explosion of Popularity”: http://culture.pl/en/article/polish-contemporary-dance-awaiting-an-explosion-of-popularity.
(3)
Program için bkz. http://dancefestival.lublin.pl/index.php?page=programme.
(4)
http://www.mckis.waw.pl/wydarzenie/1171-warsaw-dance-days.html.
(5)
Program için bkz. http://www.mckis.waw.pl/wydarzenie/1171-warsaw-dance-days.html.
(8)
http://www.nytimes.com/2013/03/22/world/europe/in-warsaw-rainbow-sculpture-draws-attacks.html?_r=0
(9)
Sanatçı hakkında bilgi için bkz. http://culture.pl/en/artist/julita-wojcik.
(Bu yazı, TEB Oyun dergisinin 21. sayısında yayınlanmıştır)