(“Dans
Tarihçiliği ve Dans Çalışmaları: Yaklaşımlar ve Tartışmalar”, Müzik, Dans, Gösterim: Tarihsel ve Kuramsal Tartışmalar, Nisan 2013, Boğaziçi Üniversitesi Matbaası,
ISBN: 978-975518350-3. içinde, sf: 133-157.)
..........
“Tarih geçen her saniyede gözden kaybolan bir şey değildir. Kendini şimdiki zamanda; kuvvetli bir yokluk, bir dizi referans, işaret ve güç çizgisi olarak ortaya koyar. Tüm bunlar, sahne üstündeki bedene de yansımakta ve dansın (ve hepimizin) durduğu zemini tanımlamaktadır.” (André Lepecki (Carter, 2010: 22))
..........
“Tarih geçen her saniyede gözden kaybolan bir şey değildir. Kendini şimdiki zamanda; kuvvetli bir yokluk, bir dizi referans, işaret ve güç çizgisi olarak ortaya koyar. Tüm bunlar, sahne üstündeki bedene de yansımakta ve dansın (ve hepimizin) durduğu zemini tanımlamaktadır.” (André Lepecki (Carter, 2010: 22))
Dans ve
performans alanlarındaki çalışmaları takip edip dans yazıları yazan, geleneksel
danslardan beslenen koreografi ve icra çalışmalarında bulunan bir araştırmacı
olarak; folklor, etnokoreoloji, dans antropolojisi, dans tarihi, kültürel
çalışmalar, beden politikaları, toplumsal cinsiyet çalışmaları gibi alanların
kesiştiği noktalarda çalışma yürütüyorum. Sosyal bilimler alanlarındaki lisans
ve lisansüstü eğitimlerim ile farklı ilgi alanlarım ister istemez
beni böyle bir kesişim noktasına yöneltti. Çalışmalarım için kavramsal ve
yöntemsel yol haritaları oluşturmaya çalışırken de, farklı kaynaklardan
beslenme ihtiyacı duydum.
Burke, resmi
şenlikler ile anma törenlerinin de tarih ya da bellek performansları olarak
kabul edilip, performans açısından çözümlendiğini vurgulamakta ve bir zamanlar
ancak uzmanların alanı olan dans tarihinin de kültür tarihçileri tarafından
ciddiye alındığını belirtmektedir. Dansın siyasetle ve toplumla ilişkisi aynı
dönemde daha sıklıkla tartışılmaya başlamıştır. (2006: 128-129). Dans ve beden
tarihine yönelik ilgi ile toplumsal cinsiyet tarihine yönelik ilgi de eş
zamanlı olarak gelişmiştir.
Yukarıda bahsi
geçen yaklaşımların yaygınlaşmasıyla birlikte yeniden tanımlanan tarih yazımı
çerçevesi içerisinde, toplumsal cinsiyet analizi önem kazanmış; aile yapısı ve
ilişkileri, cinsellik, çocukluk, gençlik gibi konular da incelenmeye başlamıştır.
Birbirinden ayrı görülen toplum, kültür, sınıf, iş ve aile yaşamı arasındaki
karşılıklı ilişkiler ele alınmıştır. Sessiz bırakılmış, yoksul, örgütsüz
kesimlerin deneyimlerine ilgi duyuldukça, gündelik pratikler, zihniyet yapıları
ve düşünceler de incelenmeye başlamıştır. Siyasal tarihin “tarihi büyük, beyaz
adamlar yapar” şeklinde özetlenen yaklaşımına meydan okunmuş ve insan
deneyimlerinin çok boyutlu ve geniş çaplı toplumsal süreçleri konu edilmiştir
(Berktay, 2003). Batı’da bu süreçle eş zamanlı bir biçimde gelişen 2. Dalga
feminizm(ler) de kuramsal yaklaşımlarıyla bu arayışları zenginleştirmiştir.
Anlama ve yorumlama aracı olduğu kadar, dönüştürmenin de yolunu açabilecek
eleştirel perspektifler ortaya koymuştur.
Fatmagül
Berktay, feminist araştırmacıların ilk hedefinin, bilgi üretimi sürecindeki
cinsiyetçiliği ve tek yanlılığı ortaya çıkarmak; yani bilimin, kadınlara
ilişkin olarak bilimden çok ideoloji olarak işlediğini sergilemek olduğunu
ifade etmektedir. Bu çabanın doğal bir sonucu, her alanda kadınların “görünür
kılınması”dır. Bu bağlamda, feminist tarihçi Joan Kelly Gadol’ın belirttiği
gibi, kadın tarihinin hedefi, kadınları tarihe kazandırmak ve kadınların tarihini de kadınlara kazandırmak’tır
(Berktay, 2003: 27). Böylelikle, feminist tarihçiliğin taraflı olduğu açıkça vurgulanmakta
ve geleneksel bilim anlayışının “tarafsızlık” iddiasına meydan okunmaktadır. Tarihin
toplumsal mücadele ile olan bağı ortaya konmaktadır.
Kadınları
görünür kılma hedefi, başlangıçta ister istemez ünlü, istisnai kadınların gün
ışığına çıkarılmasını getirmiştir. Bu, bir anlamda kadınların var olan
tarihçiliğe “eklenmesi”dir ve başlı başına önemli bir çabadır. Kadınların
tarihten dışlanmışlığı öylesine köklü ve kapsamlıdır ki, bunu düzeltme yolunda
atılan her adımın inkâr edilemez bir değeri vardır. Ancak feminist kuramın
gelişme süreci içinde, kadın tarihinin böyle bir anlayışla yetinmesi mümkün olmamıştır.
Zamanla, bu çerçevenin ötesine geçilerek, var olan tarihsel çerçevenin kendisi
sorgulanmaya başlanır. “Kadınları tarihe yazmak”, ister istemez, yeni bir tür
tarihçilik ve farklı analitik kategoriler arayışını beraberinde getirmektedir.
Feminist tarihçilik, geçmişte kadın kahramanlar aramak ya da tarihi kadınlarla
sınırlamak anlamına gelmez; hayatın her alanına feminist bir perspektifle
bakarak, var olan pratiklerin ve kavramların eleştirilmesini ve
dönüştürülmesini, ayrıca yenilerinin yaratılmasını içermektedir (Berktay, 2003:
27-28).
Feminist
tarihçiler özellikle 1980’lerden itibaren, “kadın” kategorisi” yerine, etkili
bir analiz aracı olarak “toplumsal cinsiyet kavramını kullanmaya başlarlar.
Çünkü kadınlar cinsiyetleri ya da biyolojik özellikleri dolayısıyla ayrı bir
grup oluştursalar bile, tarihçiyi ilgilendiren şey, “belirli bir zamanda,
belirli bir toplumda cinsler için uygun olduğu varsayılan davranışların
kültürel tanımı”dır. Feminist tarihçiler, toplumsal cinsiyet ayrımı ile bu ayrımın
işaret ettiği cinsler arası iktidar ilişkilerinin, tarihsel süreci anlamak
açısından önemli olduğunu ve ancak bu şekilde tarihin en geniş anlamıyla
yeniden kurulabileceğini savunurlar. Böylelikle, kadınları görünür kılmayı
hedefleyen “düzeltmeci” ya da “telafi edici tarihçilik” aşaması da geride
bırakılmış olur (Berktay, 2003: 29). Ayrıca zamanla, bir grup olarak kadınların
ortak deneyiminin ele alınmasının yanı sıra, kadınlar arasındaki farklılıkların
ve iktidar ilişkilerinin araştırılması da önem kazanmaya başlar (Berktay, 2003:
31).
Feminist
tarihçiliğin öncü isimlerinden biri olan Joan W. Scott, bahsi geçen dönüşümü, kadınların
tarihsel özneler olduğunu belgeleme çabasından, toplumsal cinsiyeti bir analiz
kategorisi olarak tarihe uyarlama çabasına geçiş olarak nitelemektedir
(Berktay, 2003: 30). Toplumsal cinsiyetin faydalı bir analiz kategorisi
olduğunu ifade eden Scott (2007), bu kavramın “cinsiyet” ya da “cinsel
farklılık” gibi terimlerin kullanımında örtük bir şekilde var olan biyolojik
determinizmin reddedilmesi anlamına geldiğini belirtmektedir. Toplumsal
cinsiyet ayrıca normatif kadınlık tanımlarının ilişkisel yönünü de vurgulamakta,
kadınlar ve erkeklerin birbirlerine göre tanımlandığını ortaya koymaktadır. Feminist
tarihçilik, kadınlar tarafından yapılan çalışmaların yalnızca yeni bir konu
başlığı olmadığını göstermiş; mevcut akademik çalışmaların öncül ve standartlarını
eleştirel bir yeniden değerlendirmeye zorlamıştır (Scott, 2007: 3-5). Feminist
tarihçiler Ann D. Gordon, Mari Jo Buhle ve Nancy Shrom Dye bu durumu şu şekilde
ifade etmektedir:[3]
Toplumsal
cinsiyetin analitik bir kategori olarak genişletilmesinin önemini vurgulayan
Scott, siyasal anlamda en kapsayıcı kadın araştırmacıların, yeni bir tarih
yazımı açısından önem taşıyan sınıf ve ırk kategorilerini de analizlerine dahil
ettiğini ifade etmektedir. Sınıf, ırk ve toplumsal cinsiyete yönelik ilgi,
öncelikle akademisyenlerin ezilenlerin hikâyeleri ile ezilme biçimlerinin
anlamı ve doğasını analiz eden bir tarih anlayışı geliştirmesini sağlamıştır.
İkinci olarak da, iktidar eşitsizliklerinin söz konusu üç eksende
örgütlendiğinin akademik olarak kavranmasına yol açmıştır (2007: 5-6).
“Toplumsal cinsiyet”
kavramının ilk kez Robert Stoller’ın 1968 tarihli “Cinsiyet ve Toplumsal
Cinsiyet” eserinde, “cinsiyet”ten farklı bir kavram olarak kullanıldığını ifade
eden Zeynep Direk (2007) ise, biyolojinin belirlediği cinsiyet ile toplumsallık
üzerine kurulan toplumsal cinsiyet arasında yapılan bu ayrımın, Freud’un
“dişinin dişiliğini”, “erkeğin erilliğini” kuramsal biçimde tanımlama
girişiminin mirası olduğunu ifade etmektedir. Çocuk kız olarak doğmuşsa, içinde
büyüdüğü kültür sayesinde kadınlığı; erkek olarak doğmuşsa erkekliği öğrenecektir
(Direk, 2007: 70). Direk, feministlerin -özellikle de
Simone de Beauvoir’ın- biyolojik cinsiyet ile tarihsel, toplumsal ve kültürel
olan toplumsal cinsiyet arasında zorunlu bir bağ olduğu fikrini inkâr ettiğini
belirtmekte ve Beauvoir’ın ünlü “kadın
doğulmaz, kadın olunur” ifadesinin paradigmatik önemini hatırlatmaktadır.
Bu inkâr, zamanla, biyolojik cinsiyetin dişil ve eril olarak İki ile sınırlandırılmasının doğal
olarak verili olduğu, ancak toplumsal cinsiyetin İki ile sınırlandırılamayacağı tezine evrilmiştir. Dişil ya da eril
cinsiyetli olarak doğuyor olsak da, kültürel olanla çeşitli karşılaşmalar ve
deneyimler içinden kurduğumuz ilişki, kadın ve erkek olmanın çeşitli
biçimlerini üstlenmemize ve icat etmemize yol açacaktır. Direk böylelikle,
cinsiyet İki ile sınırlı olduğu
halde, toplumsal cinsiyetin sonlu bir sayıyla sınırlandırılamaz olduğu sonucuna
ulaşmaktadır (2007: 71-72). 90’lı
yıllardan itibaren Judith Butler’ın üzerinde durduğu bu
tez, feminist ve queer kuramlar
içinde yeni ve çığır açıcı tartışmalar başlatmıştır.
Butler,
Beauvoir’ın yaklaşımını geliştirerek; cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kavramları
arasındaki farklılığı ortadan kaldırmış ve geçişken bir kimlik tanımı oluşturmuştur.
Kadınlık durumunun icra edildikçe tanımlanan etkin bir eylem olduğunu
savunmuştur. Toplumsal cinsiyeti değişken bir niteliğe sahip olan; zamana,
mekâna, koşullara göre kendisini yeniden tanımlayan bir kimlik olarak tanımlamıştır.
Butler’ın 1990’da
kaleme aldığı Gender Trouble (Toplumsal
Cinsiyet Belası) feminizm içindeki dayatılmış heteroseksüelliğin eleştirisi
niteliğindedir. Butler bu çalışmasında, feminizm açısından sabit ve değişmez
bir “kadın” kimliğinin gerekliliğini sorgulamaktadır. Cinsel kimliklerin
taşıdıkları değişmezliği ve tutarlılığı ancak “heteroseksüel kalıp” bağlamında
kazandıklarını öne sürmektedir (Butler, 1999). Heteroseksist çerçevede dişil ve
eril olarak ikiye bölünmüş olan “cinsiyet” kategorisinin, toplumsal
cinsiyetlendirme mekanizmalarının ve süreçlerinin zemini ya da temel varsayımı
olduğunu ifade etmektedir. Direk’in ifadeleriyle Butler, cinsiyet kategorisi
ile cinsiyet / toplumsal cinsiyet arasındaki ayrımı –ilkinin biyolojik,
ikincisinin kültürel olduğu tezini- sorunsallaştırmıştır. Cinsiyeti, toplumsal
cinsiyetlendirmenin bir varsayımı, onun işlemesinin temel koşulu haline getirmiştir
(Direk, 2007: 73).
Cinsiyet,
toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim / (karşı cinse) arzu arasında olduğu
varsayılan sürekliliği sorgulayan Butler (2005),
biyolojik bedenin doğallığını sorgulamakta, bedenin kültürel olarak “inşa”
edildiğini vurgulamakta; pasif ve söylemden önce
gelen beden anlayışına şüpheyle yaklaşmaktadır. Heteroseksüel projenin ve onun toplumsal cinsiyet düalizminin temelinde
“taklit”in olduğunu ifade etmekte ve bedenin her
türlü hareketinin bir çeşit taklit niteliği taşıdığını vurgulamaktadır (Butler,
1998). “Bedenin toplumsal cinsiyetin, ırkın, sınıfın işaretlerini
performatif bir biçimde kazanarak beden olduğunu” savunmaktadır (Direk, 2007:
83).
Butler’ın “performativite” kavramının bireylerin ya da
toplulukların gündelik davranış ve söylemlerinde kimliklerini icra etmek
suretiyle kurmaları olarak tanımlanabileceğini belirten Gurur Ertem (2008) de, kadınlık ya da
erkeklik normlarının ve alışkanlıklarının tekrarına ve yeniden icrasına dikkat
çekmektedir. Butler’a göre, “performatiflik tek seferlik bir edim değil,
tekerrür ve ritüeldir; beden bağlamında doğallaştırılmasıyla etkilerini göstermektedir.
Bir bakıma, kültürel olarak sürdürülen bir süreç olarak kavranmalıdır” (Butler,
2005: 20)
Butler, “performatif” terimini teatral bir anlam inşası
olarak da kullanmaktadır. “Toplumsal cinsiyeti bir bedensel stil… hem kasıtlı
hem performatif bir edim olarak düşünün” der ve sahne sanatı çalışmalarına da
ışık tutabilecek şu soruyu yöneltir (2005: 228):
“Ne tür bir toplumsal cinsiyet performansı,
doğallaştırılmış kimlik ve arzu kategorilerini yerinden oynatacak bir şekilde,
bizzat toplumsal cinsiyetin performatifliğini icra ederek göz önüne serebilir?”
Sahne, gösteri ya
da performans sanatı eserlerinin Butler’ın önerdiği “performativite” kavramı ışığında
analiz edilmesinin, toplumsal cinsiyet normlarını sorunsallaştırması, belki de
heterodoks toplumsal cinsiyet performanslarının inşasına zemin oluşturması
mümkündür. Farklı tarihsel ve toplumsal koşullarda yürütülen bedenle bağlantılı
çalışmaları eleştirel bir şekilde analiz edebilmek için, dans faaliyetinin en
temel araçlarından biri olan bedeni bir “inşa” olarak ele almak; yerleşik
tanımları, kategorileri ve kavramları sorgulamak gerekmektedir. Aşağıda ele
alınacak olan bazı tartışmalar, bu yönde önemli ipuçları barındırmaktadır.
Dans Tarihçiliği ve “Dışarıda Bıraktıkları”:
Yukarıda bahsi geçen tarih yazımıyla ilgili tartışmalar, 1980’li yıllardan sonra dans tarihçiliğini de yaygın
bir biçimde etkilemeye başlamıştır. Bu etkileşim öncesinin dans tarihi çalışmaları
genellikle kronolojik bir şekilde ilerleyen, doğrusal bir anlatıya sahiptir. Tarihsel
akış, çoğu zaman, 16. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa saraylarında
sergilenen saray baleleriyle başlatılmaktadır. Dönemin sosyal danslarının
aristokratik sınıfın beğenisi ve icrasına uygun düşecek şekilde stilize
edilerek sahnelendiği bu gösteriler, bale sanatının başlangıcı olarak kabul
edilmektedir. Tarihsel anlatıda, bütün sahne danslarının temeli olarak sunulan ve
evrensel niteliklere sahip olduğu iddia edilen balenin bir genre olarak geçirdiği dönüşüm merkeze alınmaktadır. Genellikle balenin
profesyonelleşmesi, Romantik bale, Akademik bale gibi başlıklara ayrılan bu
anlatıya, 20. yüzyılın başından itibaren, Isadora Duncan, Loie Fuller, Ruth St.
Denis gibi koreografların öncülüğünde gelişen radikal modern dans hareketi de
dahil edilmektedir. Tarihsel akış, kronolojik bir sırayla ilerlemeye devam etmekte
ve modern dansın farklı kuşaklarının eserleri ve yaklaşımları ile post-modern
ya da çağdaş dans olarak ifade edilen akımlara değinilmektedir. Çoğu zaman bu
akışa Pina Bausch’un öncülüğünde gelişen dans tiyatrosu gibi genre’lar da dahil edilmektedir.
Batı kaynaklı sahne danslarının tarihsel gelişimini temel alan bu
anlatıda, ünlü sanatçılar, koreograflar, emprezaryolar, yazarlar… vd.
merkezdedir. “Sanatçı” olarak kabul edilmeyen “sıradan” insanların sosyal
ortamlarda icra ettiği; halk dansları, sosyal danslar
gibi tanımlara sahip olan farklı hareket gelenekleri ile Batı Avrupa ve Amerika
Birleşik Devletleri dışında gelişen sanatsal üsluplar ise bu anlatının dışında
bırakılmıştır. Aynı şekilde, kadınların bu alana yönelik katkıları da
genellikle icracılıkla sınırlandırılmış, yaratıcı katkıları genellikle
görmezden gelinmiş, bu alandaki cinsiyete dayalı işbölümleri uzunca bir süre
tartışılmamıştır.
Yerleşik tarih yazımı biçimleri tartışılmaya başladıktan sonra, dans tarihçiliğinin
“dışarıda bıraktıkları” da gündeme gelmiştir. Aşağıda, bu tarihin sessiz
bıraktığı ya da görmezden geldiği iki unsura, ilk olarak Batı dışındaki -“öteki”-
hareket gelenekleri ile bunların akademik analizine, ikinci olarak da
kadınların konumuna yönelik sorgulamalara değinilecektir. Son olarak, dans ve diğer
hareket sistemlerine disiplinler arası bir çalışma alanı olarak yaklaşabilmeyi
sağlayabilecek belli hareket noktaları aranacaktır.
“Öteki”lerin Dansları / Dans Çalışmalarındaki Batı Merkezciliğin, Evrenselci ve Evrimci Yaklaşımların, Kurgusal ve Hiyerarşik Ayrımların Eleştirisi:
Hint dansı Odissi hakkında
tarihsel bir anlatı kurmayı amaçlayan Chatterjee, çalışma sırasında, evrensel bir uygulama alanına sahip olduğu kabul
edilen mevcut tarih yazımı modellerinin yetersizliğinin farkına vardığını aktarmaktadır.
Tarihsel anlatı kurma projeleri neredeyse heryerde Batılı, Avrupa merkezli
tarihselleştirme modelleri kapsamında ele alınmaktadır. Bunları oluşturan
modernite, kalkınma ve diğer Aydınlanma sonrası doğrusallık ve tutarlılık
yapıları, her türlü tarih anlayışını meşrulaştıran unsurlardır. Bu tür
projeler, farklı jeopolitik ve söylemsel konumlara sahip akademisyenler ile
muhalif siyasal perspektifler tarafından şüpheyle karşılanmıştır. Chatterjee,
bu aşamada maduniyet çalışmaları grubunun, tarihin çatışmalı bir anlatı olarak
yeniden kavramsallaştırılması konusundaki ısrarını hatırlatır. “Tarih”in Avrupa
kaynaklı büyük paradigma temel alınarak tematikleştirilmesine itiraz eden maduniyet
çalışmalarının, tarih maskesinin ardındaki büyük medeniyet kuramlarına ve
bunların içerdiği iktidar oyunlarına işaret ettiğini belirtir. “Hakikat”in
kaynağı kabul edilen metinlerle belgelenen varsayımsal “gerçekler”in, insan
hafızaları ve rüyalarıyla, sözlü tarihler ve eksik hatıralarla iç içe olduğunu vurgular.
Modern zamanlarda, doğrusal kronolojinin normlarıyla ve Avrupa modernitesinin
temalarıyla uyumlu biçimde kurumsallaşıp disiplin haline gelen tarihin dışında bırakılanların
da bulunduğunu hatırlatır. Ve böylesi bir tarih anlatısına sahip olmayan ya da
olamayanların, genellikle zamansız, donmuş ya da tarih dışı olarak kabul
edildiğini ifade eder (2010: 164).
2) Halk dansları,
3) Avrupalı olmayan, kurumsallaşmış danslar,
4) Batılı sahne dansları, bale.
Dansın
kökenini tam olarak tespit etmenin mümkün olmadığını savunan Grau, antropolojik
veri ve bulguları inceleyerek daha önceki danslara dair yorumlar
yapılabileceğini ancak tespitlerin spekülatif kalabileceğini belirtmektedir. Çoğu
varsayımın kurgusal ve tarihsel kanıtlardan uzak nitelikte olduğunu vurgulamaktadır.
Örneğin dansın hareketle eşdeğer olduğu ve hareketin evrensel olduğu gibi
önermelerden hareketle, dansın da evrensel olduğu çıkarımı yapılabilmekte ve
dansın tüm sanat türlerinin atası olduğunu iddia edilebilmektedir. Ya da
günümüzde “ilkel kabile” olarak algılanan Aborijinler temel alınarak “ilkel” danslara
dair genellemeler yapılabilmektedir. Ancak Aborijinler taş devri insanları değil,
günümüzün kültürü farklı gelişen insanlarıdır, dolayısıyla Aborijinlerin dansı
da çağdaş bir dans biçimi olarak kabul edilmelidir. Benzer şekilde, hayvan
davranışlarından hareketle insan hareketleri hakkında genellemeler yapmak da sorunludur.
Hayvanların dans benzeri hareketleri insanların danslarından oldukça farklıdır;
çünkü ciddi biyolojik ve kalıtsal farklılıklar söz konusudur. Ayrıca antik çağ heykelleri ve resimlerine
bakarak genellemeler yapmak da doğru olmayabilir; çünkü bu sanatsal ürünlerin
öncesinde de dans edilmiş olma ihtimali bulunmaktadır. İnsan türünün yaklaşık
300.000 yıldır dünya üzerinde var olduğu ve 40.000 yıl önce de ilk kez dil
kullanan insan türü olan homo sapiens
sapiens’in ortaya çıktığı bilinmektedir. Grau, homo sapiens sapiens’in varlığından önce de, insanların kendilerini
anlatmak ve iletişime geçmek için dans etmiş olabileceğini vurgulamaktadır (1998:
200).
Grau, dansın “tek”
bir tarihi olmadığını ifade emekte ve her türlü dansın kendi tarihselliği ve
anlamı içinde değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Ayrıca, “etnik
dans” tanımını sorunsallaştırmakta; bunun temelinde, Batılıların dansını
“öteki”lerin dansından ayırma çabasının bulunduğunu, böylelikle evrimci yanılgının
yeniden üretildiğini ifade etmektedir (1998: 197-198).
Grau
dansların evrimine yönelik kurgusal varsayımlardan hareketle dans türleri
arasında yapılan hiyerarşik ayrımları sorgulamakta ve “etnik dans”
tanımlamasına bir çeşit ötekileştirme mekanizması olarak yaklaşmaktadır. Bu tür hiyerarşiler, aslında çok daha erken bir tarihte,
bale sanatını mercek altına alan etnokoreolog Joann W. Kealiinohomoku tarafından da sorgulanmıştır. Kealiinohomoku’nun
“An Anthropologist Looks at Ballet as a Form of Ethnic Dance” (1970) adlı makalesi, dans literatürüne
egemen olan Batı merkezci yaklaşımları eleştiren ilk çalışmalardan birisidir. Kealiinohomoku da Grau gibi “etnik dans” tanımlamasını
ele almış, ancak onun gibi kavramı tamamen reddetmemiştir.
Antropologların “etnik dans” terimiyle tüm dans biçimlerinin ait oldukları
kültürler içerisinde gelişmiş oldukları fikrini ifade ettiklerini belirtmiştir.
Ancak bu terimle bağlantılı olarak Batılıların, Batılı olmayan dans formları
hakkındaki oldukça sınırlı bilgilerini aktarmak üzere, “etnik dans”ın yanı
sıra, “etnolojik dans”, “ilkel dans” ve “halk dansı” gibi terimleri de kullandığını
belirtmiş ve bu tür kullanımlardaki gizli ötekileştirmeyi ifşa etmiştir.
Kealiinohomoku’nun farklı dans formları arasındaki hiyerarşiyi
reddeden bu makalesinin temel tezi, balenin de etnik bir dans olarak
tanımlanabileceğidir. Makalede balenin de “etnik dans” olarak tanımlanan diğer
dans türleri gibi belli ortamlarda ve şartlarda oluştuğu ve içinde geliştiği
kültürel geleneği yansıttığı vurgulanmıştır. Balenin kökeni, toplu olarak icra
edilen 16. yüzyıl sosyal danslarına, Avrupalı elit sınıfların katıldığı
balolara ve saray eğlencelerine kadar uzanmaktadır. Eserler genellikle, balenin
Fransa’da kurumsallaşmaya başladığı döneme ait kostümleri, dekorları,
resimleri, jestleri ve hareket biçimlerini yansıtmaktadır. Aynı şekilde, üç
bölümden oluşan geleneksel gösterim biçimi, yıldız sistemi, perde kapandıktan
sonraki alkışlar, genel olarak Fransızca terminolojinin kullanılışı, İtalyan
sahne de tamamen Batı geleneğine ait unsurlardır. Hıristiyan gelenekleri,
İncil’de geçen temalar, şövalye çağının tavırları, hikâyelerde geçen meslekler,
kabul edilen estetik değerler, hatta gösterilerin flora ve faunası -örneğin
hindistancevizi yerine güller ve zambakların; bufalo ve timsahlar yerine
kuğuların kullanılması- bile fazlasıyla Batı kültürünü temsil etmektedir. Kealiinohomoku, kostümlerden, dekorlardan,
resimlerdeki hayvan ve çiçek tasvirlerinden… vd. örnekler vererek, balenin
-doğal olarak- kendi mirasını yansıttığını belirtmekte ve kültür dışı,
kültürler üstü ya da evrensel bir sanat türü olduğu tezini reddetmektedir.
Kealiinohomoku’nun makalesinin dans alanına en
önemli katkısının, oldukça erken bir tarihte evrimci mirasa getirilen eleştiri
olduğunu ifade eden Theresa Buckland, yazarın balenin
evrenselliğine yönelik iddianın içerdiği etnosantrik ve emperyalist bakışı ifşa
ettiğini belirtmektedir. Ayrıca bu makaleyi yazarak dans çalışmalarını
demokratikleştirme yönünde önemli bir yol açtığını da ifade etmektedir. Bununla
birlikte Buckland, -yaklaşık otuz sene geçtikten sonra makaledeki sorunlara
dikkat çekmenin kolaylaştığını not etmekte ve ardından- özellikle “etnisite”
kategorisinin sorunsallaştırılmadan kullanılmış olduğuna dikkat çekmektedir. Kealiinohomoku’nun etnisiteyi tanımlarken genetik
özelliklere atıfta bulunduğunu; etnisiteyi toplumsal ve tarihsel koşullara
bağlı bir inşa yerine, özsel bir nitelik olarak ele aldığını ve bu yaklaşımın günümüzde
akademik olarak kabul görmeyeceğini ifade etmektedir.
1) Genellikle
popüler ve / ya Avrupalı olmayan dans formlarına uygulanan etnografik yaklaşımlar,
2) Genellikle
elit ve / ya Avrupa merkezli dans formlarına uygulanan estetik / ideolojik yaklaşımlar.
Desmond,
Kealiinohomoku’nun yukarıda bahsi geçen makaleyi yazdığı tarihten itibaren otuz
yıl geçtiğini, buna rağmen bu tür ayrımların sürekliliğini koruduğunu ifade
etmektedir.[8] Yine akademideki
disiplinlerarası mesafelerle değinen Janet
O’Shea ise, yönelimlerine göre dört ayrı çalışma alanı tanımlamakta ve dans
çalışmaları ile dans antropolojisi / etnografisi alanlarının kesin bir şekilde
ayrıldığını ortaya koymaktadır (2010: 2, aktaran Topaloğlu 2011: 63):
Kadın dans
araştırmacılarının 80’li yıllardan itibaren yürüttüğü, -yukarıda aktarıldığı
haliyle “telafi edici tarihçilik” çerçevesindeki- çalışmalar sayesinde, bazı
kadın koreografların katkıları gün ışığına çıkarılmış ve kayda geçirilmiştir. Alexandra
Carter, feminist tarihçilik sayesinde kadınların yaratıcı katkılarının ortaya
konmasının; erkeklerin “yaratıcı deha”lar, kadınların da “ilham perileri”
olarak konumlandığı geleneksel rollerin kırılmasını sağladığını belirtmiştir. Bununla birlikte, feminist tarihçiliğin ünlü
ya da önemli kadınları görünür kılmaktan ibaret olmadığına da dikkat çekmiştir.
Çünkü feminizm tarihteki boşluklar ve sessizlik anlarını da sorgulamaktadır.
Örneğin, Diaghilev dönemine dair kaynaklarda Karsavina’nın katkıları Nijinsky’ninkilerin
gölgesinde kalmıştır. Ayrıca Nijinska’nın Nijinsky’nin kız kardeşi olmasının
ötesindeki kimliğinin, önemli koreografi çalışmalarının kabul edilmesi de çok
yakın tarihlerde gerçekleşmiştir. Feminizmin güncel kültürel eleştirilere olan
katkılarıyla birlikte önemli bir etkisi de, bizi bilginin tarafsızlığını ve
tarihsel “gerçekler”in nesnelliğini sorgulamaya davet etmesidir (Carter,
1998: 248).
Carter, dans
tarihi anlatılarında kadınların bale sanatına yönelik katkılarının genellikle
icracılıkla sınırlandırıldığını, bunun dışındaki alanlardaki yaratıcı
katkılarının görmezden gelindiğini aktarmaktadır. Bunun sonucunda, genç kadın
dansçıların örnek alabilecekleri rol modelleri de oluşamamıştır. Aslında Batılı
sahne dansları tarihsel olarak incelendiğinde, bale koreografisinin erkek alanı
olarak tanımlanmasının kurgusal bir durum olduğu ortaya çıkmaktadır. Yirminci yüzyıl dans tarihinin en yaratıcı
dönemlerinde birçok kadın yer almış; on dokuzuncu yüzyılın keskin sınırlarla
çizilmiş, sınırlayıcı pratiklerine karşı çıkarak modern dansın ilk dönemine
damgasını vuranlar genellikle kadınlar olmuştur. Bu yeni dans türü de benzer
biçimde keskin sınırlara sahip kurallar ve tekniklere indirgendiği zaman, buna
cevaben radikal post-modernist yaklaşımları ortaya koyanlar da yine kadınlar
olmuştur. Batılı sahne dansları tarihsel olarak incelendiğinde, kadınların
büyük kurumlar ya da şirketlerden bağımsız, icracı ve eser sahibi olarak
çalıştıkları dönemlerde, kendi yöntemleriyle kendi imgelerini yarattıkları
ortaya çıkmaktadır (Carter, 1998: 248).
1) Dans tarihi,
2) Dans kavramları,
3) Dans etkinliğinin doğası,
4) Ürün olarak dans eseri,
5) Dansın eleştirel kabulüdür.
Feminist analize en zengin
materyal sağlayabilecek alanlardan birisinin Batılı sahne dansları olduğunu
savunan Ann Daly (1991) ise, geleneksel olarak kadınların yoğunluklu bulunduğu
-ancak kadın hakimiyetinde olmayan- bu alanın, Batı kültürünün en güçlü
kadınlık simgelerini ortaya koyduğunu ifade etmektedir. Daly, feminist analizin
beslendiği yöntemleri etnografi, hareket analizi gibi daha geleneksel yöntemler
ve göstergebilim, yapıbozum gibi görece daha yakın tarihli yöntemler olarak
sıralamaktadır. Ayrıca 70’li yıllardaki sinema çalışmaları aracılığıyla
göstergebilim ve psikanalizin de feminist söyleme etkide bulunduğunu ve aynı
süreçte analiz terimlerinin toplumsal bir zeminden kuramsal bir zemine kaydığını
belirtmektedir. 90’lı yıllarla birlikte, feminist sanat analizi çerçevesi köklü
bir değişime uğramış; bu analizinin temelini oluşturan düşüncede iki kilit
değişim meydana gelmiştir:
1) Feminist araştırmacılar
“kadın” olarak bilinen insanlık kategorisini kabul etmemeye, “farklılık”
kavramının kendisine de şüpheyle yaklaşmaya başlamışlardır. Monique Wittig
1982’de, farklılığın ister istemez üstünlüğü ima ettiğini yazmıştır. Bu kavram,
dünyayı, “biz” ve “onlar” olarak ikiye bölmektedir: “biz” her zaman ölçüyü
elinde tutandır, “onlar” ise kaçınılmaz olarak ölçmekte başarısız olandır.
2) Analiz nesnesi yalıtılmış bir
şekilde ele alınan imgenin kendisinden, izleyiciyi ve onun yorum sürecini de
içeren sunum sürecinin bütününe kaymıştır. İzleyicinin temsili inşa etmedeki
gücü “eril bakış”ı ortaya çıkarmıştır.[10]
Modern Batı kültüründe, izleyen ve izlenen, gerçek cinsiyetlerine rağmen
toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiş konumlardadır. İzlenen (sahnede kendisini
izleyici için teşhir eden) pasif bir konumda, yani geleneksel olarak kadınların
temsil ettiği konumdadır. İzleyen ise, sergilenen imgeye bakan, onu tüketen,
ona sahip olandır; yani geleneksel olarak erkeklerin temsil ettiği iktidar
konumuna geçmiştir. Bundan dolayı da bu kuram “eril bakış” olarak
adlandırılmaktadır (Daly, 1991: 2).
“Eril bakış” kuramı, feminist
dans araştırmacılar arasında önemli tartışma konularından biri olmuştur.
Örneğin feminist bir dans tarihçisi olarak dans hakkındaki feminist yazını
eleştiren Carter’a göre (1999), psikanaliz ve eril bakış kuramlarından
hareketle baleyi erkek egemen kadın imgesinin sergilendiği bir alan olarak
gören feminist eleştirmenler, “ölen kuğuyu oturan ördek olarak algılamaktadır”.
Baleyi erkek egemenliğinin bir ürünü olarak tutsak eden söylem, balerini
dilsizleştirmekte ve kadın yaratıcılığını önemsiz kılmaktadır. Eril bakış
kuramı, kadın bakışının (veya başka bir bakışın) nasıl olacağını pek
araştırmamıştır. İzleyicilerin pasif olduğu ve görüntülerle etkileşmek yerine,
yalnızca alıcı konumda olduğu varsayılmaktadır. Carter ayrıca, dans sanatını
yalnızca görsel unsurlarla değerlendirmenin sorunlu olduğunu ifade etmekte, Ann
Daly’ye atıfta bulunarak, kinestetik bir sanat olan dansın takdirinin yalnızca
gözlerde değil, bütün bedende olduğunu ifade etmektedir (Daly, 1992: 243).[11]
Daly’ye göre, dans çalışmalarına
yönelik feminist analiz yalnızca feministler için önemli değildir. Dört şekilde
dans alanının gelişimine katkıda bulunmayı vaat etmektedir (1991: 3):
1) Temsil sürecine yönelik
vurgusu, dansın anlam üretme yollarına yeni bakışlar getirmektedir.
2) Genel kabullerin -alanımızın
en önemliler oldukları konusunda uzlaştığı danslar, koreograflar ve
dansçılardan oluşan listenin- göz ardı ettiği dans kişilikleri hakkındaki
araştırmalar, dans tarihi anlayışımızı zenginleştirmekte ve genişletmektedir.
3) Diğer disiplinlerin kuramları
ve fikirlerinin alana girmesi, dans araştırmacıları için potansiyel bir uyarıcı
olmaktadır.
4) Dansın salt estetik bir olgu
değil, kültürel bir pratik olarak da ele alınması, dansı sosyal bilimler içinde
daha da belirgin bir yere götürecektir. Dans çalışmalarına yönelik feminist
yaklaşım; toplumsal, siyasal ve kültürel ilişkiler alanına yönelen geniş bir
perspektif sunmaktadır.
Feminist dans
tarihçilerinin sunduğu yaklaşımlar dans alanına katkıda bulunmakta, ayrıca gün
geçtikçe farklı tezlerle desteklenmekte ya da yeniden ele alınmaktadır. “Düzeltmeci”
ya da “telafi edici” tarihçiliğin ötesine geçilmekte, hakim dans tarihçiliği sürekli
yeniden pratikleri sorgulanmaktadır. Yeni
kuşak dans araştırmacıları, bir önceki kuşağın “kadınların kurbanlaştırılması
ya da göklere çıkarılması” çerçevelerine hapsedilmiş dans analizlerinin ötesine
geçmeye çalışmaktadır.[12]
Artık yalnızca kadınların dans alanına katkılarının kayda
geçirilmesi hedeflenmemekte; dans ve hareket sistemlerinin çeşitli boyutları,
kadın-erkek ikiliğinin ötesine geçen bir toplumsal cinsiyet perspektifiyle analiz
edilmektedir. Postkolonyal kuramlar, queer
kuramları ve yukarıda bahsi geçen Judith Butler’ın tezleri bu alana da katkı
sunmaktadır.[13]
Yerleşik dans tarihçiliğinin
dışarıda bıraktığı iki alana, “öteki”lerin danslarına ve kadınların konumuna
yönelik tartışmalara değindikten sonra, yazının bu son bölümünde, dans araştırmalarında
yönelik disiplinlerarası bir perspektife kapı aralayan iki yaklaşıma
değineceğim. Bunlardan ilkini Deidre Sklar’ın (2001); kültürel, toplumsal,
estetik… vd. boyutlara sahip dans analizlerinin faydalanabileceği en temel
ilkeleri ortaya koyan beş önermesi oluşturuyor.
Doktora tezi için New Mexico,
Las Cruces’te her yıl yapılan dinsel bayramın “hareket etnografisi” üzerine bir
araştırma yapan Sklar, uzun süre buradaki toplulukla birlikte yaşayarak gözlem
yapmış, kültürlerini tanımaya çalışmış, topluluğun danslarını onlarla birlikte
icra etmiştir. Yukarıda tartışılan evrimci ve evrenselci söylemlere eleştirel bir
mesafeyle yaklaşan dansçı / kuramcı, “bedensel empati” deneyimiyle çok daha
“içeriden” bir dans ve kültür incelemesi gerçekleştirmeye çalışmıştır. Sklar’ın,
dans ve hareketi kavramsallaştırmak ve dansa kültürel açıdan duyarlı bir yaklaşım
geliştirmek için geliştirdiği önermeler şu şekildedir:
1) Hareket bilgisi kültürel bir bilgi türüdür.
Hareketten bir bilme yolu olarak
bahsetmek, insanların hareket etme şeklinin onların kim oldukları hakkında
ipuçları verdiğini söylemektir. Örneğin bale hareketleri sergileyen bir kişinin
bedenleştirdiği “kültürel bilgi”, hula hula gösterisi yapan bir kişininkinden
farklıdır. İnsanların hareket etme biçimi, biyolojinin, sanatın ve eğlencenin
ötesinde boyutlar taşır. Her türlü hareket, kültürel bilginin
bedenselleştirilmesidir; yerel dili kullanmanın kinestetik karşılığı olarak
nitelendirilebilir. Hareket, kültürün şimdiye kadar yeterince araştırılmamış
temel bir parçasıdır. Kültür araştırmalarında harekete, hareket
araştırmalarında da kültüre daha fazla yer verilmelidir (2001: 30).
2) Hareket bilgisi hem kinestetik hem de kavramsal ve duygusaldır.
Özellikle dans ve ritüelin sistematize
ve stilize edilmiş hareketlerinde, hayatın “bu dünyada nereye aidim, neye değer
veriyorum?” gibi büyük sorularıyla ilgili düşünceler somutlaştırılmaktadır. Örneğin
Episkopal Kilisesi ritüelinin bir parçası olan diz çökme, oturma ve ayağa
kalkma senaryosu, bir Hıristiyan öğretisinin kabul edildiğinin göstergesidir.
Bale estetiği ise Kealiinohomoku’nun yukarıda aktarılan makalede belirttiği
gibi, Avrupalı elit sınıfların ideal kadınlık ve erkeklik normlarını yansıtan
geleneklerde cisimleşmiş değerleri ve kavramları yansıtmaktadır. Kilisede ve
sahnede sergilenen hareketler; doğaya, topluma, evrene dair -belli bir kültüre
has- düşünceleri bedenselleştirmektedir.
Ayrıca kilisede ve sahnede
sergilenen hareketler, sadece düzen ve anlamla ilgili düşünceleri değil,
duyguları da harekete geçirmektedir. Hareket etmek en basit ifadeyle, beden
değiştikçe birtakım şeyler hissetmek demektir. Daha da önemlisi, hareket
motifleri duygularla renklendirilmiştir. Örneğin her hafta kiliseye giden biri
için kilise performansının duyusal tetikçisi, düz bir omurga, düz bacaklar, tütsü
kokusu ve bedenlerin yakınlığıdır. Bir bale gösterisinin, çocukluğundan beri
bale seyreden biri ile yalnızca hula hula yapan ve seyreden bir Hawaili
üzerindeki etkisi aynı olmayacaktır. Toplumsal yaşamın somut ve duyusal, başka
bir ifadeyle bedensel boyutları;
dünya görüşlerini, değerleri ve siyasal kanaatleri bir araya getiren bir tutkal
işlevi görmektedir. Aşağıdaki ilk iki önerme de bu durumla bağlantılıdır (2001:
30-31).
3) Hareket bilgisi, diğer kültürel bilgilerle iç içe geçmiştir.
4) Hareketin anlamını kavramak için hareketin ötesine bakılmalıdır.
Biri kilisede diz çöktüğünde,
yalnızca bedenini hareket ettirmemekte, aynı zamanda yüce bir varlığa hürmet
etmektedir. Bu yorumu yapabilmek için, bu dinsel içerikli bilgiye bir şekilde
sahip olmak gerekir. Aynı şekilde, bale hareketlerinin ortaçağ saray ritüelleriyle
ve şövalyelik dönemi hareket kodlarıyla bağlantısını, bir başkası tarafından
bilgilendirilmeden ya da bazı kitapları okumadan öğrenmek mümkün değildir.
Hareketin bedenselleştirdiği bilgi, yalnızca hareketin kendisine bakarak
anlaşılamaz. Dolayısıyla hareketi kültürel bir davranış olarak anlamak için,
sözlere ihtiyaç vardır (2001: 31).
5) Hareket her zaman anlık bir bedensel deneyimdir.
Hareketin içerdiği kültürel
bilgi ancak yine hareket yoluyla kavranabilir. Bu yüzden, her şeyi “okunacak”
“metinler” olarak gören günümüzün popüler göstergebilim yaklaşımı yeterli
değildir; çünkü görsel olana gereğinden fazla önem vermekte ve kinestetik olanı
değersizleştirmektedir. Hareketin bilgisini kavramak için, harekete bedensel
bir deneyim olarak yaklaşmak gerekir.
Örneğin kültürel alışkanlıkları
farklı bir topluluğun hareket deneyimlerini kavrayabilmek için, hem gözlem
yapmak hem gündelik hayatı paylaşmak hem de “empatik kinestetik algı”yı
geliştirmek gerekir. Görsel algıyla “nesne” yalnızca gözleri kullanarak belirli
bir mesafeden algılanırken, empatik kinestetik algı öznellikler arasında bir
köprü oluşturmaktadır. Empatik kinestetik algı “mimesis” ile “empati”nin
birleşmesinden oluşur. Hareketin görsel etkilerinin bilinçli bir şekilde göz
ardı edilmesini ve bir başkasının bedeninde, hareket halinde hissetmeyi temel
alır (2001: 32).[14]
Deidre Sklar, hareketin kültürel
bilgiyi bedenselleştirdiği önermesine dayanarak; hareket performansını sadece
görsel bir gösteri olarak değil, kültürel öğrenmeye dayanan kinestetik,
kavramsal ve duygusal bir deneyim olarak ele almaktadır. Sklar gibi dans
çalışmalarında “hareketin ötesini” araştırmayı hedefleyen, bedensel deneyimi
önemseyen, disiplinlerarası ve bütüncül bir yaklaşım öneren bir başka isim olan
Jane C. Desmond (2007) da, dans pratiğini
çeşitli metinlere yol açan “pratikler” ya da “eylemler” olarak değerlendirmenin
önemine vurgu yapmaktadır. Desmond feminist, Marksist, psikanalitik, yapıbozumcu… vd. kültürel çalışmalar
yaklaşımlarının dans çalışmalarıyla temasının genellikle dans pratiğini birer
“metin” gibi ele almak üzerinden kurulduğunu ifade etmektedir. Dans pratikleri
hiçbir zaman bu tür metinlere yol açan pratikler ya da bu metinlerle ilişkili eylemler
olarak değerlendirilmemiştir. Desmond, kültürel çalışmaların antropolojiyle kurduğu
temasın da, alan çalışmalarından çok, yine metin analizi üzerinden
yürütüldüğünü belirtmektedir. Desmond kendi çerçevesini şu şekilde kurmaktadır (2007:
244-245):
“Bedensel “metin” çalışmalarımızı
dansın tüm çeşitlerini -sosyal dans, sahne performansı ve ritüel hareket-
içerecek kadar genişleterek, toplumsal kimliklerin bedensel hareket vasıtasıyla
nasıl işaretlendiklerini, kurulduklarını ve saptandıklarını daha iyi
anlayabiliriz. Toplumsal kimliklerin performans tiplerinde nasıl kodlandığını
ve danstaki beden kullanımının, belirli tarihsel bağlamlardaki dans olmayan
bedensel ifade formlarıyla nasıl ilişkilendiğini, bu normları nasıl
çoğalttığını, karşı koyduğunu, genişlettiğini analiz edebiliriz. Tarihsel ve
coğrafi değişimin izlerini karmaşık kinestetik sistemlerde sürebilir ve dile
dayanan sembolik sistemleri, görsel temsiller ve hareketle karşılaştırmalı
olarak çalışabiliriz. İngiltere ve Kuzey Amerika’da ideoloji analizlerinin
özünü oluşturan sözlü metinler ve görsel nesne temelli araştırmalarda bedene
karşı duyulan önyargıdan uzaklaşabiliriz.”
Desmond’un ve
Sklar’ın yaklaşımlarında dikkat çekici nokta, disiplinlerarası bir perspektifle
her türlü “hareketin ötesini” araştırırken, hareketin kendisine yönelik analizi
de göz ardı etmemeleridir. Yaklaşımlarının çok boyutluluğu, dans çalışmaları
ile farklı araştırma alanlarının buluşmasının sağlayacağı zenginliği ortaya
koymaktadır. Eylem ve pratik olarak dansı ve diğer hareket sistemlerini; bedensel
deneyimi ve tüm bunların tarihsel, toplumsal, kültürel, siyasal… vd. bağlamlarla
ilişkisini analiz edebilmek için; bu tür yaklaşımlardan beslenmek, bu yazıda da
bir kısmı tartışılan hakim yöntem ve yaklaşımlara eleştirel yaklaşmak ve başka disiplinlerdeki
tartışmalarla temas etmek gerekmektedir.
Dans araştırmalarına
yönelik kavramsal ve yöntemsel çerçeveler ya da yol haritaları oluştururken, bu
yazı kapsamında sınırlı bir bölümüne değinilen tarihsel boşlukların izini
sürmek bir seçenektir; fakat yollar çok daha çeşitlidir. Lepecki’nin yazının en
başındaki ifadesiyle, “kendini şimdiki zamanda, kuvvetli bir yokluk, bir dizi
referans, işaret ve güç çizgisi olarak ortaya koyan” tarihin bedenlerdeki yansımalarının
peşine düşmek; uzun, sabır ve kararlılık gerektiren ama bir o kadar da zevkli
bir yol olacaktır.
Referanslar:
Berktay, Fatmagül.
2003. Tarihin Cinsiyeti, İstanbul: Metis
Yayınları.
Buckland, Theresa, 1999. “All Dances Are Ethnic but Some Dances are More
Ethnic Than Others / Some Observations on Dance Studies and Anthropology”, Dance Research, 17/1: 3-21.
Burke, Peter. 2006. Kültür Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Butler, Judith.
2005. Cinsiyet Belası / Feminizm ve
Kimliğin Altüst Edilmesi, İstanbul: Metis Yayınları.
__________. 1999.
“Performans Olarak Cinsel Kimlik”, Eleştirel
Bakış - Entelektüellerle Söyleşi, ed. Peter Osbourne, 142-161, Ankara: Dost
Kitabevi Yayınları. Carter, Alexandra. 2010. “Tarihi Kurmak: Genel Bir Giriş”, Dans Tarihini Yeniden Düşünmek, ed. Alexandra Carter, 15-23, İstanbul: bgst Yayınları.
Chatterjee, Ananya. 2010. “Çatışmalar / Odissi İçin Tarihsel Bir Anlatı Kurmak”, Dans Tarihini Yeniden Düşünmek, ed. Alexandra Carter, 164-176, İstanbul: bgst Yayınları.
Daly, Ann.
1992. “Dance History and the Feminist Scholarship: Reconsidering Isadora Duncan
and the Male Gaze”, ed. L. Senelick, Gender
in Performance: The Presenting of Difference in the Performing Arts,
Hanover: Tufts University.
__________. 1991. “Unlimited Partnership: Dance and
Feminist Analysis”, Dance Research Journal, 23/1: 2-5.
Desmond, Jane C. 2007. “Farklılığı Bedenleştirmek: Dans ve Kültürel Çalışmalardaki Sorunlar”, Yirminci Yüzyılda Dans Sanatı: Kuram ve Pratik, 244-269,(İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi..
__________. 2000. “Terra Incognita: Mapping New Territory in Dance and ‘Cultural Studies’”, Dance Research Journal, 32/1: 43-53.
Ertem, Gurur. 2008. “Bir Metod
Olarak ‘Çağdaş’ Dans”, (erişim tarihi: 3 Aralık 2008). <http://www.dansistan.net/>.
Gordon, Ann
D., Mari Jo Buhle ve Nancy Shrom Dye, “The Problem of Women’s History”, ed.
Berenice Carroll, Liberating Women’s
History, Urbana: University of Illinois Press.
Grau, Andrée. 1998. “Myths of Origin”, The Routledge Dance Studies Reader, ed.
Alexandra Carter, 197-203, Londra: Routledge.
Kaplan, E.
Ann. Women and Film: Both Sides of the
Camera. Londra ve New York: Methuen, 1983.
Kealiinohomoku, Joann W. (1970) 2001. “An Anthropologist Looks at
Ballet as a Form of Ethnic Dance”, Moving History, Dancing Cultures, A Dance History Reader, 33-43, Connecticut:
Wesleyan University Press.
Koutsouba, Maria I. 2004. “Looking for an Academic Identity: The Anthropological and Ethnochoreological Study of Dance, Two Sides of the Same Coin?”, 23. ICTM Etnokoreoloji Sempozyumu bildirileri.
Sklar, Deidre. 2001. “Five Premises for a Culturally Sensitive Approach to Dance”, Moving History / Dancing Cultures: A Dance History Reader, ed. Ann Dills, Anne Cooper Albright, 30-33, Connecticut: Wesleyan University Press.
(“Dans” ağırlıklı olarak Batılı
ülkelerde kullanılan bir kavram; birçok toplumda dansa karşılık gelen ya da
gelmeyen farklı kullanımlar bulunabiliyor. Bu yüzden, daha kapsayıcı olmak
adına, etnokoreologlar ve dans antropologlarının tercih ettiği “dans ve
(yapılandırılmış) hareket sistemleri”nin daha doğru bir kullanım olduğunu
düşünüyorum. Ancak akademide bu alanlar dans tarihi ve dans çalışmaları olarak
yerleşiklik kazanmış durumda. Yazının ilerleyen bölümlerinde, bu alana hakim
olan Batı merkezciliğe ve dolayısıyla tanımlamalardaki sorunlara da değinmeye
çalışacağım.)
[2] Burke, halk kültürü-popüler kültür-volkskultur düşüncesi ile kültür tarihi
çalışmalarının eş zamanlı olarak 18. yüzyıl sonlarında ve Almanya’da
başladığını ifade etmektedir. Bu dönemde orta sınıf aydınlarının halk
şarkılarını, halk danslarını, halk masallarını, ritüelleri ve güzel sanatları
keşfettiğini, ancak halk kültürünün tarihiyle uğraşmayı folklorculara, antika
meraklılarına ve antropologlarına bıraktıklarını belirtmektedir. Akademik
tarihçilerin halk kültürünü incelemeye başlaması ise 1960’lı yılları
bulacaktır.
[3] Ann D. Gordon, Mari Jo Buhle ve
Nancy Shrom Dye, “The Problem of Women’s History”, ed. Berenice Carroll, Liberating Women’s History (Urbana:
University of Illinois Press), s. 89’dan aktaran Joan W Scott, (1986) 2007. Toplumsal Cinsiyet: Faydalı Bir Tarihsel
Analiz Kategorisi, (İstanbul: agora kitaplığı / feminist kitaplık: 7): 5.
[4] ....
http://www.nytimes.com/2007/02/15/arts/dance/15danc.html?_r=0
[5] ....
[6] Adrienne Kaeppler, 1992.
“Theoretical and Methodological Considerations for Anthropological Studies of
Dance and Human Movement Systens”, Ethnographica,
8 / 25, (151-157): 151.
[7] Bu iki alan arasındaki ayrımlara
dair bir tartışma için bkz. Maria I. Koutsouba, 2004. “Looking for an Academic Identity: The Anthropological and
Ethnochoreological Study of Dance, Two Sides of the Same Coin?”, 23. ICTM
Etnokoreoloji Sempozyumu bildirisi.
[8] Bu tür ayrımların çeşitli
yansımalarına ben de tanıklık ettim. Türkiye’deki yaygın ifadeyle bir
“folklorcu” olmam rağmen, ilgi duyduğum alanlara ve araştırdığım kavramlara
temas eden işler üzerine de yazıyorum. Sahne üstünde sergilenen her türlü
dansın nihayetinde bir “gösteri” olduğunu ve sahne, gösteri ya da performans
sanatlarının tarihsel gelişimi içinde ortaya çıkan çeşitli araçlardan
faydalandığını düşünüyorum. “Folklorcu” olarak ben de -çağdaş dansçılar ya da balerinler
gibi- koreografi yapıyorum, hareket doğaçlıyorum, oyunculuk yapıyorum; sahnede,
günlük hayatta giymeyeceğim kostümlerle dans ediyorum… vb. Türkiye’deki bazı
sanatçılar ya da araştırmacılar bir “folklorcu”nun bale ve çağdaş dans üzerine
yazılar yazmasını garipseyebiliyorlar; bazen de bu bakış yüzünden gereğinden
fazla da önemseyebiliyorlar. Ancak yine de son yıllarda bu tür bakışların
kırıldığını, farklı alanlarla temas eden yazar, sanatçı… vd.nin katıldığı
disiplinlerarası buluşmaların sayısının arttığını görüyor ve buna fazlasıyla
seviniyorum.
Yurtdışında da benzer bir ayrıma
tanıklık ettim. 2008 yazında, BİMERAS’ın desteğiyle Viyana’daki ImPulsTanz
Çağdaş Dans Festivali’nin dans yazarlığı eğitim programı Critical Endeavour’a katılmış ve farklı disiplinlerden gelen, oldukça
heterojen bir grup içinde çalışma yürütmüştüm. Bu çeşitliliğe rağmen, gruptaki
bazı Avrupalı dans yazarlarının benim gibi az sayıdaki “öteki”ye karşı
geliştirdiği “3. Dünyalı” ya da “3. Dünyalı folklorcu” bakışını kırmak üzere
çaba harcamak durumunda kalmıştım.
[9] ....
[10] Bkz. Laura Mulvey, “Visual Pleasure
and Narrative Cinema”, Screen, 16/3,
1975: 6-18 ve E. Ann Kaplan, Women and Film: Both Sides of the Camera. Londra
ve New York: Methuen, 1983.’den aktaran Ann Daly, 1991.
[11] Bkz. Ann Daly. 1992. “Dance History
and the Feminist Scholarship: Reconsidering Isadora Duncan and the Male Gaze”, ed.
L. Senelick, Gender in Performance: The
Presenting of Difference in the Performing Arts, Hanover: Tufts University.
[12] Bkz. Peg Zeglin Brand, Bodies, Agency,
and Beauvoir, Dance Research
Journal 31/2 (Sonbahar 1999). Orijinali: “victimisation or celebration”.
Peg Zeglin Brand bu düalist yaklaşımların
son derece genellemeci ve indirgemeci olduğunu, birçok örneği ve yorumu
dışarıda bıraktığını ifade etmektedir.
[13] Bkz. Ramsay Burt, “Dance Theory,
Sociology, and Aesthetics”, Dance
Research Journal 32/1 (Yaz 2000). Farklı kimliklerin ve çeşitli aidiyet
biçimlerinin dans alanındaki yansımalarını çalışan, özellikle de erkek dansçıya
yönelik homofobiyi sorgulayan çalışmalarıyla tanınan Ramsey Burt, Butler'ın
çalışmalarının kimlik temelli ayrılıkçı yönelimlere karşı önemli açılımlar
sunduğunu ifade etmektedir. Butler’ın farklı gruplar ve alt kültürler arasında
koalisyonlar kurulabilmesine zemin hazırlayan felsefi bir temel oluşturmaya
çalıştığını belirtmektedir.
[14] Bu makaleyi okurken, benzer bir
deneyimi yaşadığımı düşünmüştüm: 2004 yılının yaz aylarında, İstanbul’un
Kayışdağı semtine göç etmiş olan Bitlisli Kürt bir arkadaşımın davet ettiği
düğünlere giderek video çekimleri yapmış ve bu süreçte sık sık onlarla birlikte
halay çekmiştim. Bu düğünlerde, halaycıların aralarına girerek, onlarla el ele,
omuz omuza hareket ederek, oldukça melez ve yaratıcı üsluplara sahip, yeni
danslar öğrendim. Bir süre sonra bu dansları onlarınkine oldukça yakın bir
tavırla icra etmeye başladığımı, halay çekerken onlar kadar eğlendiğimi, hatta
onlarla birlikte doğaçlayacak kadar da rahatladığımı fark ettim. Sklar’ın
ifadesiyle, “başkalarının bedeninde hareket halinde hissetmiştim”.