Berna Kurt, Nisan 2013
(13
Nisan 2013’de Sabancı Üniversitesi’nde düzenlenen “10. Eğitimde İyi Örnekler
Konferansı” çerçevesinde, “Sanat Eğitiminde Demokrasi ve
Çok-Kültürlülük” başlıklı oturumda sunulan metindir.)
……………
Türkiye’deki
yaygın “halk oyunculuk” pratiğini ve “Türk halk oyunları” olarak tanımlanan bu
alandaki eğitim anlayışını değerlendireceğim bu sunumda, öncelikle genel bir
çerçeve çizmeye, sonra da yaygın pratikleri tartışmaya çalışacağım.
Ben
Türkiye’deki pratikler ve ön kabuller çerçevesinde, “Türk halk oyunları”nın,
Eric Hobsbawn’ın tanımıyla “icat edilmiş bir
geleneğe” denk düştüğünü düşünüyorum. Milliyetçiliklerin tarihsel olarak milletlerden,
ulus-devletlerden önce geldiği kabulünden yola çıkıyorum.[1]
Ve Türkiye bağlamında da halk dansı pratiklerinin temelini, Cumhuriyet
rejiminin “milli kültür”ün inşasına yönelik politikalarına
kadar götürüyorum.
“Türk
halk oyunları” geleneği 1930’lu ve 40’lı yıllarda, özellikle Halkevleri’ndeki
derleme ve sahneleme çalışmaları sonucunda, yeni ulus-devletin görsel temsilini
gerçekleştirmek üzere icat ediliyor. Hobsbawm’ın ifade ettiği gibi, “toplumsal
birlik-beraberliği ya da […] grup aidiyetini oluşturuyor ve simgeliyor.[2] Geleneksel
dans malzemesi, “ulusal amaçlar doğrultusunda değiştiriliyor, ritüelleştiriliyor
ve kurumsallaştırılıyor.[3] Ortaya
çıkan sahneleme formu ise, milli bayramlar gibi resmi kutlamalarda sürekli tekrarlanıyor.
“Türk kültürü” ve onun “öz”ündeki
hareket geleneğinin zenginliği temel alınıyor ve gurur duyulan bir geçmişle
süreklilik temsil ediliyor. Böylelikle Türk “ulusu” yüceltiliyor, Türk
vatandaşlarına milli değerler ile davranış normları aşılanıyor, ortak bir milli
kimliğin inşasına kültürel bir zemin hazırlanıyor.
Tek parti yıllarında, Cumhuriyet rejiminin ideolojik
aygıtlarından biri olan Halkevleri’nin çalışmalarıyla; yerel kültürlerden ve
Batılı sanat formlarından beslenen “milli” bir kültür repertuarı oluşturuluyor.
Bu kurumlar, derleme çalışmalarıyla “keşfettikleri” dansların sergilenir hale
gelmesini sağlıyorlar. Halk dansları milliyetçi bir paradigma çerçevesinde
seyirlik bir tür olarak gelişiyor ve iktidarın kültür politikasının
kurumsallaşması sağlanıyor. Aynı dönemde isimleri Türkçeleştirilen yöresel
danslar da, homojenmiş gibi sunulan “Türk milli kültürü”nü temsil etme işlevi
görüyor.
50’li yıllardan itibarense, devletin
halk dansları alanındaki tekeli kırılmaya başlıyor. Türk halk oyunları geleneği, dernekler ve yarışmalar etrafında
gelişim gösteriyor. Türkiye’nin geçirdiği tarihsel ve toplumsal dönüşümle bağlantılı
şekilde, halk oyunları geleneği de değişiyor; sürekli yeni motiflerle eklemlenerek
yeniden icat ediliyor. Çeşitli kırılma anları da olsa da, tarihsel süreklilik
korunuyor.
Dansların şehirlerde sergilenmeye başlandığı, gösteri formlarının oluştuğu 40’lı yıllarda; yöre oyunu tanımları da değişiyor. Artık etnisite yerine, coğrafi ve idari birimler temel alınıyor; yeni rejimin çizdiği sınırlar dahilinde, oyunlara genellikle ulusal idari sistemin bir parçası olan şehrin adı veriliyor:[4] Erzurum oyunları, Sivas yöresi oyunları, Diyarbakır halayları… gibi. Geçmişte birden fazla etnik grup tarafından icra edilen (ve dolayısıyla da birden çok dilde isme sahip olabilen) danslar resmi düzeyde sadece Türkçe isimlerle temsil edilmeye başlanıyor. Farklı halkların dillerindeki oyun isimleri de Türkçeleştiriliyor.
Bu yöndeki müdahaleleri somutlandırmak gerekirse, Gürcü müzisyen İberya Özkan Melaşvili’nin verdiği bir örnek var: Maçaheli’deki “Epradi” köyünün ismini taşıyan bir Gürcü dansı var; ismi “Efeler” olarak değiştirilmiş.[5] Ayrıca “Orta Batum”, “Acara Horonu” ya da “Gürcü Horonu” olarak bildiğimiz dansın Gürcüce ismi de “Horumi”. Melaşvili, “Atabarı” ya da “Sarı Çiçek” olarak bildiğimiz dansın da Ermeni kökenli bir dans olduğunu söylüyor. Dansın daha önceki ismi, Gürcüce’de “Ermeni” anlamına gelen “Someh”miş.[6]
Özellikle
“Atabarı” örneği oldukça ilginç. Mustafa Kemal’in 1936’da İstanbul’da
düzenlenen 2. Balkan Festivali’nde Artvin ekibiyle birlikte oynadığı bu dansın,
bu tarihten sonra “Atabarı” olarak anıldığı yaygın olarak savunulan bir görüş.[7]
Artvin danslarına yaptığı sahne düzenlemeleriyle tanınan, Devlet Halk Dansları
Topluluğu’nun eski yöneticilerinden biri olan Suat İnce ise, “Atabarı” dansının
kökeninin Ermeni barı olduğunu ifade ediyor:[8]
“Hep yalan söylerler, Atabarı’nı Atatürk çıkmış, oynamış...
Atabarı’nın kökeni, Ermeni barıdır. Benim köyüm 30 küsür haneli, 5 hanesi
Ermeni, iç içe girmiş. Bizim müziklerimizde de var, onların müziklerinde de
bizden gitme var. Yani bunu sınırlamak… Yarın Artvin’i Erzurum’a bağladığınız
zaman ne olacak?; Erzurum diye oynayacaksınız […] Bana bir tane “Türk halk
oyunu” göstersinler. İddia ediyorum, göstersinler, ben bu işi yarın
bırakacağım. Mümkün mü? Artvin geçiş bölgesi biliyorsunuz. Urartu kültürü var,
Gürcü kültürü var, Ermeni kültürü var, Rum kültürü var. Geriye doğru gidersen,
var da var.”
Nihayetinde, dansın hangi millete ait olduğundan daha önemlisi, aynı
bölgede yaşayan farklı halkların paylaştığı hareket geleneklerinin tek bir isim
altında, yalnızca Türk kimliğine referans verilerek tanımlanmış olması. Acayip tanımlar
ortaya çıkabiliyor: “ağır küvenk” gibi. “Bitlis Türk halk oyunu” olarak sunulan
bu dans, ağır ya da yavaş halay demek; “govend”; Kürtçede halay anlamına
geliyor; biz onu “güvend”, “güvenk” ya da “küvenk” olarak değiştiriyoruz; yarı Kürtçeden
bozma, yarı Türkçe bir tanım ortaya koyuyoruz Farklı halkların hareket gelenekleri, homojenleştirilen “Türk” kimliğinin kültürel bir varlığı olarak sunulurken; bu danslardan oluşan ve yine “Türk halk oyunları” olarak tanımlanan “milli repertuar” da aynı isimle yerleşiklik kazanıyor. Günümüzde birçok halk oyuncu hâlâ bu tabiri kullanıyor; üniversitelerdeki bölümler bile “Türk Halk Oyunları Bölümü” adıyla faaliyet gösteriyor.
Üniversitelerdeki,
akademik halk dansları eğitimi ilk önce 1984 yılında, İTÜ Türk Musikisi Devlet
Konservatuarı’nda (1975) başlıyor, şimdiyse Türkiye çapında 6 değişik ilde (İzmir,
Antep, Sakarya, Diyarbakır, Giresun) benzer eğitimler veriliyor. Ayrıca halk
oyunu dernek ve kulüpleri ile farklı eğitim kurumlarında da halk oyunu
çalışmaları yürütülüyor. Tüm bu kurumlarda ortak olan şey, faaliyet alanının
“Türk halk oyunları” olarak tanımlanması, bu tanımın pek de sorgulanmadan kabul
edilmesi.
Bir
başka ortaklık da, eğitim aşamasındaki işbölümleri, çalıştırıcı-çalıştırılan
ilişkileri ve kurulan ortam. Sunumumun son aşamasında da, kişisel deneyimlerim
ve gözlemlerimden yola çıkarak, yaygın “halk oyunculuk” pratiğinin belli sorunlarına
değinmeye çalışacağım. 70’lerden itibaren bir rant mekanizması haline gelen ve
halk dansı pratiklerinin merkezine oturan halk oyunu yarışmalarına yönelik
çalışmalara değineceğim. Çünkü bu yönde verilen eğitim, ilköğretim çağındaki
çocuktan, üniversite gençliğine, hatta yetişkinlere kadar, çok sayıda insanı
hem ciddi bir rekabet ortamına sokuyor hem de katılımcılık ve yaratıcılıktan yoksun
bir eğitim sürecinin bir parçası haline getiriyor.
Halk oyunu çalışmalarının çoğunluğunda hedef yarışmalara
katılıp ödül kazanmak olunca; eğitim ve çalışma sürecinin örgütlenme biçimi ile
ekip içindeki ilişkiler de buna göre düzenleniyor.
Bu süreçte belirleyici özne, yarışmada ödül kazanma amacına uygun bir çalışma
sürecini hazırlayacak olan dans çalıştırıcısı. Dolayısıyla ekibin geri kalanından
beklenen, çalıştırıcının belirlediği “doğru” hareket yorumlarını ve sahne
akışını “hatasız” şekilde uygulamaları.
Dans çalıştırıcıları seyirciye daha “hoş”
gözükmesi için; kostümden, ayak hareketlerine, hatta mimiklere kadar her türlü
unsuru tektipleştiriyor. Böylelikle; seyirciye uyumlu, mutlu, birbirini seven
bir halkın çelişkisiz yaşantısından manzaralar sunuyor. Gündelik yaşantısında
yerel danslarla canlı bir ilişkisi kalmamış olan seyirciye (ya da tüketiciye)
kendi geçmişini anımsatma, yaşadığı dönemi çelişkisiz, homojen bir bütünlük
içinde algılatma işlevi görüyor.[9]
Anadolu’nun
dans kültürünü “çelişkisiz ve homojen bir bütünlük” içinde sunan bu sahneleme
pratiğinde; estetik düzlemde simetri, senkronizasyon ve dinamizm merkeze alınıyor.
Bu estetik, siyasal düzlemde uyum, birlik-beraberlik ve dayanışma mesajlarına
dönüşüyor. Sahnedeki bütünlük tablosuyla özdeşlik kuracak seyircinin, yaşadığı
toprakların zengin milli kültürüyle övünerek aidiyet duygularını güçlendirmesi
hedefleniyor. Homojenleştirici ulus-devlet paradigmasının somutlandığı bu
sahneleme pratiği seyirciye özdeşleşmeci bir estetik anlayışla sunuluyor.
Dolayısıyla, seyircinin gösterinin kurgulanma biçimine yönelik sorgulayıcı,
mesafeli bir konum edinmesine olanak bırakılmıyor.
Ekipteki
oyunculara gelirsek; yarışma kriterlerinin gerektirdiği şekilde dans etmeye
koşullanan dansçıların, çalışmanın kurgulanış biçimini değiştirme ihtimalleri
oldukça düşük. Çalıştırıcının sabitlediği hareketlerin ve koreografinin
tekrarına dayanan çalışma pratiği içerisinde katılımcılığa çok yer bırakılmıyor.
Genellikle sahne üstü çizgileri ve şekilleri arasındaki milimetrik geçişlere
dayanan koreografilerde, dansçıların yaratıcılığına açık bir alan bırakılmıyor.
Yalnızca koregrafide solo danslar bulunuyorsa, yetenekli bir-iki dansçının
sınırlı bir hareket repertuarı içinde çeşitlemeler yapması mümkün olabiliyor.
Yaratıcılığa
ya da bireyselliğe olanak sunmayan bu eğitim modelinde, çok sayıda dansçının
aynı hareketleri uyum içinde icra etmesi için hareketlerde de değişiklik yapmak
gerekiyor. Bu süreçte, herhangi bir derleyicinin, herhangi bir tarihte,
herhangi bir “yerel dansçı”yı model alarak derlediği ve “otantik” olarak
etiketlediği hareketler temel alınıyor. Bunlar kalabalık şekilde icra edilebilmeleri
için basitleştiriliyor, tektipleştiriliyor ve çoğu zaman daha estetik görünmesi
adına “inceltiliyor” ya da stilize ediliyor. Halk oyunları piyasasının temel
rant alanı olan yarışmalar birçok şehirde eş zamanlı olarak yapıldığı ve benzer
çalışma modelleri birçok yerde tekrarlandığı için, müdahaleye uğrayan yerel
dans tavırları da dönüşüm geçiriyor. Yarışmaların sahneleme formatları
yaygınlık kazandığı için, yarışma için halk dansı eğitimi verilmese de, eğitim
anlayışı aynı kalıyor.
Sonuçta
benzer eğitim biçimleri, çalışma ortamları 70’li yıllardan bu yana kuşaktan
kuşağa aktarılarak sürdürülüyor. Sunumun başında çerçevesini kurmaya çalıştığım
“Türk halk oyunları” geleneği; eğitimin katılımcılık gibi; kişisel, estetik ve
sanatsal gelişim gibi; yaratıcılık gibi çok önemli unsurlarını eksik bırakarak
yoluna devam ediyor.
REFERANSLAR:
Arzu Öztürkmen, “Folklor Oynuyorum”, Kültür Fragmanları/Türkiye’de Gündelik
Hayat, ed. Deniz Kandiyoti, Ayşe Saktanber, (İstanbul: Metis Yayınları,
2003).
Eric Hobsbawn, Milletler ve Milliyetçilik, 1780’den
Günümüze Program, Mit ve Gerçeklik,
(İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1993).
Eric Hobsbawm, “Geleneğin İcadı, ed. Terence Ranger,
Eric Hobsbawm, 1992 (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2006).
“İberya Özkan
ile Gürcü Müziği Üzerine Söyleşi.” Folklora
Doğru: Dans Müzik Kültür, s. 62, (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Matbaası,
1996).
Suat
İnce’yle kişisel görüşme, 4 Şubat 2011, Ankara.
Şahin Ünal,
“1900-1950 Yıllarında Türk Halk Oyunları Üzerine Yapılan Teorik ve Pratik
Çalışmaların Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi”, (Yüksek Lisans Tezi, Ege
Üniversitesi Sosyal Bilmler Enstitüsü, 1995).
[1] Eric Hobsbawn, Milletler ve Milliyetçilik, 1780’den
Günümüze Program, Mit ve Gerçeklik,
(İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1993), 24.
[2] Eric Hobsbawm,
“Giriş: Gelenekleri İcat Etmek”, Geleneğin
İcadı, ed. Terence Ranger, Eric Hobsbawm, 1992 (İstanbul: Agora Kitaplığı,
2006): 12.
[4]
Arzu Öztürkmen, “Folklor Oynuyorum”, Kültür Fragmanları/Türkiye’de Gündelik
Hayat, ed. Deniz Kandiyoti, Ayşe Saktanber, (İstanbul: Metis Yayınları,
2003): 145.
[5] “İberya Özkan
ile Gürcü Müziği Üzerine Söyleşi.” Folklora
Doğru: Dans Müzik Kültür, s. 62, (İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Matbaası,
1996): 238.
[7] Şahin Ünal,
“1900-1950 Yıllarında Türk Halk Oyunları Üzerine Yapılan Teorik ve Pratik
Çalışmaların Karşılaştırmalı Değerlendirilmesi”, (Yüksek Lisans Tezi, Ege
Üniversitesi Sosyal Bilmler Enstitüsü, 1995), 43.
[8] Suat İnce’yle
kişisel görüşme, 4 Şubat 2011, Ankara.