23 Nisan 2010 Cuma

Aytül Hasaltun ile “Nigar” Üzerine


Berna Kurt, Aralık 2008
(Bu röportaj, Gist dergisinin 3. sayısında yayınlanmıştır.)

Aytül Hasaltun yeni projesi “Nigar”’ı ilk kez 4 Kasım’da, sonra da 25 Kasım’da (Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü’nde) Talimhane Tiyatrosu’nda sergiledi.

Ben ilk gösterimi seyrettim, kısa notlar aldım* ve çıkışta da birkaç kişiyle gösteri üzerine sohbet ettim. Dolayısıyla ilk izlenim sonucu oluşan sorularım katmerlenmiş oldu. Bu yazı-söyleşide bu soruların bir kısmını Aytül Hasaltun’la paylaşacağım. Ama öncelikle gösteriden bahsetmek istiyorum…**

……

Biz içeri girerken sahnede bir kadın tığ örüyor, fonda aşk temalı bir Türk sanat musikisi eseri. Arkada beyaz çarşaflar asılı, beyaz bir fona çeşitli görüntüler yansıyor… Kadın (Nigar?) ara ara yabancılaştırıcı bir gülümsemeyle seyirciye bakıyor. Yerinden kalıyor; kurduğu saatin tik takları eşliğinde tekrarladığı hareket dizileriyle; hırpalanan, nefessiz kalan, ama her defasında kendini toparlayan bir kadın portresi çiziyor.

Beyaz fona çeşitli çekimler yansıyor: imgesel çağrışımlara açık ilk çekimde; banyoda bir kadın… “Yüksek Yüksek Tepelere…” türküsü eşliğinde ikinci çekime geçiliyor. Müziğin ahengi bozulurken, düğün hazırlığı içindeki kadının görüntüsü seyirciyi yine yabancılaştırıyor: saçlarında süslü tokalar yerine rengârenk mandallar takılı... Sahnedeki kadının üstünde beyaz bir etek, yüzünde ve kollarında mandallar… Yavaş yavaş hareketleri bozuluyor ve mandallarını birer birer çıkarmaya başlıyor. Düşe-kalka seyirciye doğru ilerliyor; bu kez yalın, belki biraz ürkek bir ifadeye bürünüyor...

Beyaz fona yansıyan bir başka çekimde kadın beyaz çarşafın üstünde devinirken, kan kırmızı lekeler göze çarpıyor. Daha sonra sahnedeki kadın İngilizce bir müzik eşliğinde beyaz bir dekor üzerinde hareket ederken; eş zamanlı olarak fonda da yeşil çimenler üzerinde bir kadın yürüyor… Kadın müziğin ritmine uygun biçimde değişen renkli zemin üzerinde devinmeye devam ediyor. Ve sonunda…
……

Nigar tahmin edeceğiniz üzere tek kişilik bir gösteri. Belli bir tema etrafında örülmüş ve dramatik bir bütünlüğe sahip bir oyundan çok; farklı anlamlandırmalara, okumalara açık sahnelerden oluşuyormuş izlenimi veriyor. Kadın bir icracının yine bir kadın ismi verdiği gösterinin sergilenme tarihlerinden biri de 25 Kasım olunca ister istemez çeşitli beklentiler oluşmaya başlıyor:
Nigar, “kadınlık” ya da “toplumsal cinsiyet” meselelerinden yola çıkan; bu meselelere dair “söz”ü olan bir gösteri mi?

Türkiye’de çağdaş gösteri sanatları alanında faaliyet gösteren çok fazla kadın sanatçı olduğu hepimizin malumu. Son yıllarda toplumsal cinsiyet kimliğini ya da cinsel yönelimi (de) sorunsallaştırma çabasına sahip birçok oyun-gösteri seyrediyoruz***. “Nigar”ı da bu alandaki arayışlardan biri olarak yorumlayabiliriz.

Peki Nigar’ın diğer işlerden ayrışan yönleri var mı; yaratıcı(lar)ının farklı bir perspektif sunma derdi söz konusu mu?

Gösteriyi seyretmeden önce oluşan sorular bunlar. Seyir sonrası da artıyor sorular. En doğru adres tabii ki Aytül Hasaltun:

►Gösteriyi çıkarma sürecinden bahsedebilir misin biraz? Örneğin yola çıkış noktan neydi? Gösterinin diğer unsurlarıyla (görüntü, müzik, dekor, süpervizörlük…vb.) nasıl ilişkilendin? Dramaturjini oluştururken nelerden faydalandın?

Hareket eden “şey”ler dikkatimi çeker her zaman. Bir önceki işim olan artı-K (ama düşlerim)’de pet şişeler vardı sahnede. Nigar’da beni etkileyen, Tophane’nin dar ve eski sokaklarında camdan cama asılmış ve küçücük bir esintiyle bile hareket eden rengârenk çarşaflardı. O çarşaflarla yaşanan hayatları merak ettim. O evlerdeki ortak yaşam, bu çarşaflar kadar renkli miydi? Buradan hareketle başladı Nigar. Sonra kendimi sorgulama sürecim başladı. Benim çarşaflarım nasıl? Ben neden sokağa asmıyorum çarşaflarımı? Ve benim hayallerim nerelerde kırıldı? Kadınlığımdan dolayı ezilenim, Nigar hem kadın hem de ezilen sınıfa ait bir kadın. Bu içindir ki, “hem yoksun hem yoksul”. Dolayısıyla ortak bir kaderimiz var; yoksunluklarımız. Ayrıştığımız yerler de var elbette. Ben kendimi daha rahat ifade edebilir ve daha iyi koruyabilirim. Nigar kendini ifade etse bile çıkışı olmayabilir. Sonuçta her gün gazete haberlerinde, polise şikâyetinden sonra kocasına teslim edilen ve artık ölmüş olan kadın haberleri okuyoruz hepimiz. Ben ağladığımla kalmak istemediğim için böyle bir iş tasarladım. Çarşaflarını pırıl pırıl güneş altında, havadar bir mekânda kurutan kadını; hava alamadığı, sıkıştığı evinden görüntüledim. Bu nokta çok ironik aynı zamanda.

Gösteride sahnedeki Nigar, kamerayla sahneye yansıyan ise Aytül. Aynı hareket başlangıçlarını kullanıyoruz. Her iki kadın da nefessiz. Her iki kadın da mandal kullanıyor; her iki kadının da en reel ilişki alanı yatak. Videoları Kıvanç Demirtaş hazırladı. Ve gösterinin anlamlı bir parçası olması için epey mesai harcadık. Çünkü projeksiyondan yansıyan kadın, sahnedeki kadın kadar canlı olmalıydı.

Müzik Nigar’ı seyirciye daha iyi tanıtmanın yoluydu. Giriş parçamız Perihan Altındağ Sözeri’nin “Çok Görmeyin Ne Olur” adlı Hicaz parçası. Hicaz makamı konservatuarda tanıdığım ve ruhuma en iyi gelen makamdır. Diğer iki parçamız ise hayatımıza yeni katılan ama iyi ki de katılan Efe Sümer’e ait. Efe bu işe hem müziklerini verdi hem de ışık yönetimimizi yapıyor. Bir de Eminönü alt geçidinden aldığım gelin bebeğin “Yüksek Yüksek Tepeler”i var ki o da hem Balkan kına gecesi türküsüdür hem de gösteri esnasında ağırlaşan havayı dağıtabilmenin yolu oldu.

Dekor için şunları söyleyebilirim. Arkada renkli mandallarla ipe gerilmiş beyaz çarşaflarımız var ve esintiyle hareket ediyorlar. Oldukça büyük bir yatağı sahneye 75 derecelik bir açıyla yerleştirdik. Farklı bir düzlemde hareket etmek uzun zamandan beri düşündüğüm bir şeydi. Kısmet Nigar’aymış. Bu beni hareket olarak zorlayan bir noktaya götürmekle birlikte, mekân algısını kırmamı sağladı. Yatağı hep kullandığımız haliyle sahneye kursaydık eğer o heybetli ve yüce bir dağa dönüşmüş olanı, belki de asla ulaşılamayacak olanı bu kadar iyi anlatamazdım. Son bölümde yatağın üzerine düşen grafik-animasyon benim pek bayıldığım ve kafamın karışmasına neden olan çiçek desenlerinden oluştu. Bir papatyanın içinde “debelenmek” ruhen çok acıtan bir sembol. Ve finalde ben de acının kendisi oluyorum. Dekor Fadıl Öztürk’e ait. Grafik-Animasyon Kemal Bozkurt’un elinden çıktı.

Solo çalışmak hem çok sıkıcı, hem çok zor, hem çabuk kaybolabildiğin bir alan. En azından bende öyle oluyor. Elli dakika boyunca sahnede tek başına olmak korkutucu olmakla beraber farklı bir özeni ve disiplini de getiriyor. İşte bu noktada Candaş devreye girdi. Onun gözüyle kaybolmaktan kurtuldum; ya da şöyle diyebilirim, kaybolduğum anda Nigar’ı buldum. Candaş zaten uzun zamandan beri farklı alanlarda çalıştığım, aklına ve kalbine sonsuz güvendiğim bir kadındır; ve bu işte de, benim dışarıdaki gözüm oldu.

Nigar bütünlüklü bir öykü değil. Olmasını da istemedik. İki kadının üç hali var. Genel hali, nefessizlik; geçmişi düğün sahnesi ve özel hali ise yatak.

►Gösteride kullandığın mandallar bir sürü çağrışıma yol açıyor. Ben sevgiyi, emeği ve şiddeti bir arada barındıran, çelişkilerle dolu “özel alan”la ya da “kadın dünyası”yla bağlantı kurdum… Bedenine uyguladığın şiddetle seyircide oluşturmak istediğin etki neydi?

Mandalları toplumsal baskı olarak aldım. Evlilik baskısını çokça hissetmiş biri olmakla beraber, mandalları ancak süslenmek için kullandım; evliliğin kurumsal yapısının getirebileceği zorunlulukları bizim sınırlarımız belirledi. Ve böylelikle evlilik ritüelinin keyifli yanlarını yaşadım. Benim mandallarım saçlarımı topladığım, süslediğim tokalara dönüştü. Ama tecavüzcüsüyle evlendirilen bir kadın için evlilik, hiç de keyifle ve mutlulukla andığı bir olay olamaz. Sonuçta benim ideolojik bir duruşum var ve haklarım için mücadele edebilirim. Nigar’ın elini kolunu bağlayan türlü nedenler olacaktık. Yakın tarihimizde Hüseyin Üzmez vakası var. Kızın yaşını tespit etmek için kemikleri incelendi, son derece saçma bir nedeni olduğu halde. Yaş ilerledikçe tacizden daha az etkilenilir diye bir şey olabilir mi? Bu çok aşağılayıcı bir şey. Erkekliğe göre kurulu sistemi sürdüren tutumu çok net gördüğümüz bir şey. Bedenimde yaşadığım acıyı seyircinin görmesini istedim çünkü çoğu zaman o acıya dokunduğumuzu ya da anladığımızı sanıyoruz. Gerçekte ne kadarını anlıyoruz? Bu bölümü pornografik olarak tanımlıyorum aslında. Bundan anladığım da olanı olduğu haliyle göstermek.

►25 Kasım’da sergileme tercihinden bahsedebilir misin? Daha önce de kadınlara yönelik atölyeler yürüttüğünü biliyoruz. Benzeri projelerin var mı?

25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü”. Benim için özel elbette. Çünkü şiddetin her türlüsünü, hayatından çıkartmanın yollarını aramalı, kendini insan olarak tanımlayan herkes. Kadının yaşadığıysa en ağırı. Kapitalizmde kadınsanız iki defa eziliyorsunuz. Taciz, her kadının neredeyse her gün yaşadığı, tecavüzü bildiğim kadarıyla her üç kadından biri en az bir kez yaşamış, gazeteler öldürülen kadınların haberleriyle dolu. Kapitalizm vahşileştikçe kadına yönelik şiddet artıyor. Töre, namus, aile ve şimdilerde yaşanan ekonomik kriz önce kadına vuruyor. Evlilik ve düğün ritüellerine baktığınızda da dehşetle şunu görüyorsunuz; evlilik kadını, içindeki şeytandan kurtarmanın yolu. Bu korkunç bir ikiyüzlülük. Hani kadın melekti, çiçekti? Ama bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil şüphesiz, dünyada da tüyler ürperten gelenekler ve ideoloji ve istismarlar var. Afganistan’da yüzü kezzap atılarak yakılmamış kadın yok neredeyse. Afrika’da kadının cinsel zevk almasını engellemek için sünnet geleneği var. Avrupa ve Amerika’da aynı. Amerika tecavüzün en fazla yaşandığı yer. Çin’de kız çocukları daha anne karnındayken öldürülüyor. İşte bunun için kadın meselesi tali bir mesele değil. Ama bu sorunun çözümü için de sosyalizm ön koşul.

Kadın olarak hayatıma devam ettiğim sürece bununla uğraşacağım. İlerisi için tasarılarımda belki bu kadar altı çizili olmasa da kadınlık durumuna ilişkin cümleler olur diye düşünüyorum. Şimdi için hedefimiz bu işi götürebildiğimiz tüm illerdeki kadınlarla paylaşmak. Ve yalnız olmadıklarını bildirmek. Kemal’le ben seçimlerde 2. Bölge’de Ayşe Tükrükçü’ye oy vermiştik. Tek nedenimiz onun, adım attığı yolda biraz daha cesaretle ilerlemesine yardımcı olmaktı. Ayşe Tükrükçü’ye 784 oy çıktı bizlerden. Ve elbette ben de yalnızlıkduygumdan kurtulmak istiyorum. Kendim gibi olan başkalarına ihtiyaç duyuyorum.

►Çağdaş gösteri sanatlarında birbiri ardına kadın temalı gösteriler sergileniyor. Bunu neye bağlıyorsun? Nigar’ın bu işlerden ayrışan yönleri olmasını hedefledin mi?

Sıraladığın işlerden Engin-Ar’ı izledim. Engin-Ar’ın izlediğim en iyi işlerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Candaş’ın bu işin hayalini kurduğu ilk günlerdeki heyecanına da şahidim. Öteki işleri yakalayamadım bir türlü. Ama hâlâ oynadıkları için, içim rahat. Asıl soruna gelince; çağdaş dans Türkiye’de yeni yeni kabuğunu kırmakta ve kişisel yaşantılardan çıkan işler dönemini tüketti artık. Kimlik, bu topraklarda çok büyük sorun. Kadın, Kürt, Ermeni, Rum, türban, lezbiyen, gay ve transseksüel hepsi için ayrı ayrı ve ağır dramlar yaşanıyor. Bunu mesele edip konu almak değil, bunları duyarlı olan kişiler olarak yok sayarak iş üretmeye çalışmak esas anlaşılmaz olan.

Dediğim gibi bahsettiğin işlerin hepsini görmedim ama sanırım Nigar’ın diğer işlerden ayrışan en önemli yanı ezilen sınıfın bir üyesi olması. Nigar dantel örer, misafir koltuklarında değil de sandalyede oturup kocasını bekler, evinin dışarıya açılan bölümünde yeni yıkadığı çamaşırlarını kurutur ve radyodan sanat müziği dinler. Engin-Ar’da karakter orta sınıfın bir üyesiydi. Nigar, Engin-Ar’daki gibi evinde kızlı erkekli parti veremez; olsa olsa kadın komşuları için gün yapabilir. Nigar aslında hiç dile getiremediklerini, asla getiremeyeceklerini sahne aracılığıyla bizimle paylaşıyor.

►Sahnede yerel bir dilden faydalandığın kısa anlar var ama oyunun bütününe yayılmıyor. Düğün sahnesindeki kısa çiftetelli dansı, Türkçe şarkı sözleri…vb. “Yerelleştirme” bilinçli bir tercih miydi?

Doğalında öyle çünkü ben Türkiyeliyim ve ancak kendi durduğum yerden bakarsam samimi ve gerçek olurum. Bununla birlikte ekip olarak, oryantalizme kaymaması için çok dikkat ettik. Türkiyeli olmaktan çok kadın ve dansçı olarak sahnede olmayı tercih ettim. Ama yaşadığım yer burası ve topraktan gelen özellikler bende var şüphesiz.

►“Halk dansları” eğitimi almış ve kendini çağdaş dans alanında geliştirmiş bir dansçı olarak bu dans türleri arasında yapılan ayrımlar; Türkiye’deki dansçıların bu konudaki tercihleri hakkında ne düşünüyorsun?

Bu tercih meselesini çağdaş dansın başarısı olarak görüyorum. Çünkü çağdaş dans özgür ve demokratik bir yaklaşım sunuyor. Hiyerarşi, düzen, akrobasi gibi tali durumlarla değil, anlatmak istediğini en iyi nasıl anlatabileceğinle ilgileniyor. Her disipline açık ve her ifadeye de açık. Ben çok uzun zamandır halk danslarıyla ilgilenmiyorum. Okulla beraber bittirdim o dönemi; çünkü bölümün adı konusunda bile çok çaba verdim. Değiştiremeyeceğimi ve bunun için mücadele vermek istemediğimi fark ettiğim andan itibaren çağdaş dansla ilişkimi derinleştirdim. Şimdi başka bir iş yapabileceğimi zannetmiyorum. Ben hikâye anlatmayı seviyorum; bunu da en özgür biçimde çağdaş dans ile gerçekleştiriyorum.

* Bu yaz Bimeras Kültür Vakfı sayesinde edindiğim bursla İmPulsTanz Viyana Uluslararası Dans Festivali'ndeki “dans eleştirmenliği-yazarlığı” atölyesine katıldım. Üç haftalık atölye boyunca seyrettiğim otuza yakın gösteri sırasında not tutmam ve hemen sonrasında yazı yazmam gerekiyordu. Artık yazı yazma niyetim varsa not almadan edemiyorum; faydasını gördüm.
** Neden mi?: Herhangi bir gösteri üzerine yazdığınız bir yazıda, söz konusu gösteriden kısaca “bahsetmek” tavsiye ediliyor. Çünkü gösteriyi seyretmemiş, belki de hiç seyretmeyecek olan bir kişi de bu yazıyı okumak isteyebilir. Hedef eğer bu alana yönelik sınırlı merakı taze tutmak, dans alanına dair tartışmaları çoğaltmaksa, böyle bir kısa bölüm işlevli olacaktır...
*** En yakın dönemden birkaç örnek: Engin-Ar, Atrofi 1 İsimler Evi, Çirkin İnsan Yavrusu, Vakit Tamam Beyler Kapatıyoruz…